İnsan Hakları ve Tazmin-Telafi Açmazı
Dzovinar Kévonian
Le Collectif 2015 : réparation remercie Raymond H. Kévorkian et Dzovinar Kévonian d’avoir accepté de participer au présent dossier par une mise en perspective historique de sa demande de réparation et de restitution des biens nationaux arméniens. |
Bugünün İçindeki Geçmişler: Bizatihi İnsan ve Ulus Devletin Krizi
Ermeni-Türk ihtilafı, Eric Hobsbawm’ın betimlediği 20. yüzyılın “aşırılıklar” tarihine[1] ya da Mark Mazower’in deyişiyle bu “karanlık” kıtanın çalkantılı geçmişine olduğu kadar, bugüne de ait bir gerçektir. Ama bu ihtilafın aldığı biçimler, paradoksal biçimde, herkesin tarih çizelgesinde yerini aldığını görmek isteyeceği bir geçmişi biteviye sürdürür gibi görünüyor; halbuki, bu geçmiş tarihteki yerini alabilse, şimdiki zamana tereddütsüz biçimde kaydolabilir ve bir gelecek inşa etmeyi, cellâdı kurbanına kurbanı da cellâdına bağlayan kördüğümün bir şekilde çözülmesini sağlayabilirdi. İçinde bulunduğumuz bu bellek ve kurban yarıştırma çağında, söz konusu ihtilafın güncel olduğunu söylemek, benimsenen her türlü duruşu, geçmişte insanlara uygulanan şiddeti “tarihin zarar ve ziyanları”[2] genel başlığı altında mahkûm eden bir seferberlikler bağlamına sokmaktadır, halbuki burada söz konusu olan, Ermeni ve Türk toplumlarının bugününü rehin alan bir soykırım suçu, zamanaşımsız bir suçtur.[3] Bununla birlikte, geçmişi bugüne bağlayan düğümü çözme özlemi pek çok Ermeni ve Türk[4] tarafından da paylaşılmaktadır: Özellikle medya ve kültür alanında verilen ürünlerin ve güncel tartışmaların gündemi ve aldığı boyutlar, bireylerin ya da toplulukların benimsedikleri duruşlar buna her gün tanıklık etmektedir. Bu yeni eğilimin oluşmasıyla ve siyasi baskılara, uyandırdığı korkulara ve çekilen acılara rağmen, bu özlemin bugün kendine ulusaşırı bir ifade uzamı bulabiliyor olmasıyla, muazzam bir eşik aşılmıştır. Ermeni kökenli Türk gazeteci ve yazar Hrant Dink’in 2007 yılında katledilmesi, yol açtığı kitlesel hareketlenmelerle olduğu kadar, Türkiye’nin Eylül 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkûm edilmesiyle de, Türkiye’deki demokratikleşme ve kimlik sorunları ile yüzyıllık bir suçun inkârının kurumsallaşması arasında sıkı bir bağlantı olduğunu göstermiştir.[5] Mahkeme Türk makamlarını, “Türklüğe hakaret” nedeniyle uğradığı, yaşama ve ifade özgürlüğü hakları için bir ihlal oluşturan cezai kovuşturmalar ve aldığı tehditler karşısında Dink’i koruma yükümlülüğünü yerine getirmemekten suçlu bulmuştu.
Kimileri zamanın hükmünü icra edeceğine, geçmişte olup bitenleri tarihe, insan hayatının insani zamanına tahvil edeceğine inanmış olabilir: Cellâtların ve kurbanların büyük çoğunluğu bu dünyadan göçüp gitmedi mi? Oysa durum bundan farklıdır. Kimileri bunu, güçlü bir toplumsal bellek ve tanınma talebi ya da geçiş hukuku mekanizmalarının seferber edilmesiyle taşındığı bilinen kurban figürünü dogmalaştıran bazı kurum ve kuruluşların siyasi manipülasyonuna bağlamaktadır. Başkaları, kışkırtıcı ve değişmez bir devlet inkârcılığının, gasp ve inkâr politikasının tedirgin edici sürekliliğine... Gene de, geçmişin geçmediğini ve soykırım suçunun zamanaşımsız olmasının bu suçun salt cezai boyutunu aştığını, toplumların bugününü bağladığını kabul etmek gerekir. Bu süreklilik, Ermeni halkının, 19. yüzyılın ulusal ve kültürel rönesanslarının tarihselleştirilmesi sürecinden önce de, nesnesi olduğu planlı imhadan önce de var olan ve bugün hâlâ bu şekilde var olmaya devam eden bu insan topluluğunun varoluş sürekliliğine damgasını vurmaktadır. Bu süreklilik, ne özdeş kolektif kimliklerin değişmezliği ne de naif bir özcülük önyargısına dayanır; edinilmiş bireysel çeşitlilikleri, çoğul kimlikleri olduğu kadar, devlet yapıları ile özel yapıların edimlerini de kapsar. Zamanın silemediği şey, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusunun imha edilmiş olması değil, bir halkın ve bu halkın var olma ve var olmuş olma hakkını talep ederken kendini tanımlayabildiği, gelecekte de tanımlamaya devam edeceği değişken unsurların mevcudiyetidir. Ulusal hareketlerin ve Avrupalı emperyalist güçler arasındaki rekabetin giderek güçten düşürdüğü darboğazdaki bir imparatorluğun, devletin (halkının değil) bekasının etnik ve dışlayıcı bir milliyetçilikten geçtiğine inanan aşırı milliyetçi bir azınlığın eline geçmiş olması; 20. yüzyıl başının bu karakteristik ideolojisinin Kemalizm’le, iki savaşı arası dönemin faşist ve militarist rejimlerinin bildik özellikleriyle donanmış olması; modernite ile kimlikçi bir ideolojiye dayanan otoriter bir model inşasının birbirine karıştırılmış olması, bunların hiçbirinde tarihçiyi şaşırtan bir şey yoktur.
Kimileri burada da zamanın hükmünü icra edeceğine, Türk kimliğine, ulus devlet ortodoksisinin bekçisi haline getirilmiş askeri bir cuntanın, karanlık suç örgütlerinin ve kimi dini çevrelerin yöndeş baskılarıyla karşı karşıya olan bir halkın özlemlerine yeni bir şans tanıyarak, geçmişte olup bitenleri tarihe tahvil edeceğine inanmış olabilir. Oysa burada da gerçekler geçmiş ile bugün arasında kopmaz bir bağ olduğunu gösterdi. Ve 2004’te, bir kez daha, Avrupa devletlerinin “reform dersleri”ni, ekonomik ve stratejik çevrelerin tutumundan sevimli bir farklılık gösteren eşzamanlı uyarılarını yeniden işittik. Ve Mart 2014’te, bir kez daha, Suriye topraklarındaki bir Ermeni kasabasına düzenlenen ortak saldırıda Türkiye’nin dolaysız rolüne tekrar tanık olduk. Bu arada, Kemalist ideolojinin cumhuriyetçi yeniden kuruluşla bizatihi Türkleri de mahrum ettiği birlikte yaşama kültürünü, kozmopolitliği, Osmanlı ve imparatorluk geçmişini gözden geçiren, Türk kimliği hakkındaki o tartışmayı da izliyoruz.[6] Bugünkü, inkârcı bir resmi tarih[7] ile sözel geleneğin aktardığı parçalı anılar arasında yalpalayan bir toplum, geçmişine bakma ve İTC kadroları ile Kemalist Cumhuriyet kadroları arasındaki kanıtlanmış süreklikle yüzleşme konusunda güçlü bir tereddüt.[8]
Gene de, Ermeniler ve Türkler arasında, cellâtların ve kurbanların torunları arasında yeni yeni dolaşmaya başlayan o ruhları ve bedenleri görmezden gelmek olanaksızdır. Kamusal alanda nihayet yeni bir “kategori” boy gösteriyor: Kaçırılan, zorla evlendirilen ya da satılan o kadınların ve genç kızların torunları. Öz be öz Türk olmayan Türkler? Varlıklarıyla, suçun işlenmesini mazur göstermeye hizmet eden, sonra da devlet öğretisi haline getirilen etnik bir milliyetçiliğin çimentosu olarak kullanılan tarihsel olarak inşa edilmiş o iç düşman kategorisinin sorgulanmasına yol açan karışık unsurlar.[9] Ama bu melez varlıklar, Ermeni ve Türk toplumlarında pek çok kuşak için düşünce şablonu işlevi gören, bir yanda cellâtların diğer yanda kurbanların yer aldığı parçalı bir temsilin sorgulanmasına da neden oluyorlar. Osmanlı Ermenilerinin uğradığı soykırımı nihayet bugünün, geçmişin değil bugünün içine kesin biçimde kaydediyorlar. 1915 yüz yıl önceydi, ama bu insanlar bugün, 2015 yılında yaşıyorlar: Hayattalar ve dinsel, dilsel, kültürel çoklu kimliklerini yadsımak imkânsız. Şimdiki zamanın toplumsal ve zihinsel uzamında, belleklere yazılmış ve yeniden seferber edilmiş geçmişleriyle birlikte, bireysel ve kolektif olarak varlık gösteriyorlar.
Gene de, 1990-2000 yılları müdahaleleri ve sorunları keskinleştirerek, Ermeni-Türk ihtilafını bir kez daha etki altına sokup özerkliğini tamamen yok etti: Kimileri bu itilafı bir “bellek ödevi”nin, amacı soykırımın dünya ölçeğinde tanınma dalgasının yol açabileceği hukuki ya da siyasi eylemlerin olası sonuçlarını etkisizleştirmek olan, tarihselleştirici ve depolitize edici bir tür güvenlik ağının içine yerleştirdi. Başkaları her tür vakitsiz talebi susturmayı amaçlayan sözde temsili yapılar oluşturdu ya da mevcut olanları yeniden canlandırdı. Daha başkaları ihtilafın yönünü Ermenistan ve Türkiye cumhuriyetleri arasında gerçekleşecek kapsamlı bir ikili anlaşmaya yöneltti. Nihayet sonuncular, bir yandan tarihçilerin vereceği “bilimsel” bir bilirkişi raporunun promosyonunu yaparken, “Ermeni toprak talepleri” kırmızı kartını sallayarak, karşıt fikirler çarpışabilseydi daha verimli olacak, yapılması zorunlu bir tartışmayı boğmaya yeltendi. Ermeni soykırımının tanınması yönünde mesafe kaydedildikçe, ortak bir yeniden inşa ve tazmin ve telafi uzamı açmak için değil, kaçınılmaz itiraftan kaynaklanan bütün nesnel olasılıkları etkisizleştirmek üzere, bundan sonraya hazırlanmak gerekiyordu.[10] 1912’de, Balkanlardaki Osmanlı bozgununun en civcivli günlerinde, Rus diplomasisinin Ermeni reformları meselesini yeniden gündeme getirmesini, o ölümcül senaryoyu anımsayanlara yine hiç şaşırtıcı gelmeyen, etki altındaki küçük ulusların hikâyesi. Ya 2000’lerin ortalarında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabulü konusunda medya ve siyaset çevrelerinde yürütülen tartışmada Ermeni Meselesi’nin pek kullanışlı bir biçimde araçsallaştırmasına ne demeli? Tahakküm mekanizmalarının emperyal liberal bir meta- söylemle yeniden devreye girmesiyle, geçmiş tekrar tekrar bugüne kaydoluyor: Ermeni Meselesi’nin Batılı emperyalist güçler arasındaki rekabet merceğinden okunması, Doğu toplumları arasında kurulan medeni-medeni olmayan, Hıristiyan-Müslüman hiyerarşilerine dayalı kayırmacılık politikaları, bugün İslamcı radikalizm kıskacında kıvranan, tahakküm altındaki bir Ortadoğu’nun bölgesel, sonra da Soğuk Savaş bağlamındaki jeopolitik sorunları? Ya yüz yıllık inkârın, sonra da adaletin ikamesi gibi sunulan şu bellek “ödevi” teklifinin verdiği ıstıraba ne demeli? Ölülerinizi hatırlayın (ataları kitlesel bir imha sürecinden geçmiş olanlar için hiçbir anlamı olmayan bir öğüt), ötekilerin sizi nihayet tanıyor olmasını takdir edin. Türkiye devletinin inkârcılığına maruz kalan Ermenilerin o muazzam ihtiyacı, ailevi ve şahsi hikâyelerini akademik ve medyatik bir anlatıyla örtüştürmenin onyıllardır devam eden imkânsızlığı nihayet son bulacaktı. Bu önemli bir olaydı, kendinden duyulan utancın sonuydu. Ötekiler’in Ermenilerin “Biz”ine bakışı nihayet değişecekti. Marc Nichanian’ın gayet yerinde bir tespitle vurguladığı gibi, kendi ölümünün canlı kanıtı olmak zorunda olan soykırım kurtulanının çıkmazı: “Ne zaman kendimizden konuşsak, kendimize konuşmuyorduk”.[11] Zira, en nihayet kurban olarak tanınmak, tam tersine, gene ötekinin, simgesel üçüncü tarafın, “medeni” insanlığın bakışına dahil olmak demektir. Ama kurban olmak, tarihte var olmamaya ve inkâra kıyasla “hiç yoktan iyi”dir.[12] Oysa, travmatik bellek çalışmasının da kendi sonuçları olur. Toplumsal uzama bir tanınma unsuru ve bireysel ve/veya kolektif teselli getirdiği takdirde kimliği güçlendirir ve kemikleştirir (yaralı belleği tanınan topluluk, kurban olma boyutu etrafında kenetlenir). Kimlikleri, pek çok toplumsal, kültürel ve maddi kanaldan beslenen çoğul aidiyetler ve aralıksız kimlik değişimleri hilafına, travma yaratıcı olaya odaklar.[13] Ermeni belleklerinin yanında bir Ermeni belleğini öne çıkarır: Burç Hamud’lu bir sığınmacının soyundan gelenin belleği, 1980’lerde Türkiye’nin Doğu illerinden İstanbul’a göçmüş bir Ermeni’nin ya da 1970’lerde Yerevan’da veya Tebriz’de doğmuş bir Ermeni’nin belleğiyle bir tutulamaz.[14] Bellek çalışması çoğul kimlikleri tekleştirmeye meylederek, 1920’lerden itibaren birbirlerini yeniden bulan hemşerilerin ve yitik ülke hakkındaki yazılı üretimin ilk dayanakları olduğu bilinen, sağ kalanların doğdukları bölge ve şehirlerden oluşan o küçük vatanlara ve egemen aidiyetlere yöneltilen bakışı çarpıtır. Bellek uzamlarının ve nesnelerinin yeni bir haritasını çizer, anma ritüellerini şeyleştirir, kendine bir Panteon seçer ve farklı anlatıları siler.
Gene de, karmaşık hesapların ve kalın iplerin ortasında, bir Türk kadını Ermeni anneannesini anlatıyor: Kanlarımız karışmış olabilir mi? Kanlarımızın saf da, karışık da olmaması mümkün mü? İşte, “içimizdeki öteki” ortaya çıkıyor.[15] 2004 yılındayız. “Sevgili Kardeşim” sergisi Ocak 2005’te İstanbul’da kapılarını ziyaretçilere açıyor: Ermenilerin kentsel ve kırsal uzamdaki, ekonomik yaşam ve sosyalleşme görüntüleri içindeki namevcut mevcudiyeti, kolektif bir bellek yitimi içinde kaybolmuş bir dünyanın kaleydoskopu, çok sayıda fotoğrafla gözler önüne seriliyor.[16] Hrant Dink’in cenaze töreni sırasında İstanbul’da Türkçe, Ermenice ve Kürtçe “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını atarak yürüyen 100.000 kişi. 2007 yılındayız. Türk toplumunda kimliklerini gizleyerek yaşayan 24 Ermeni torunun tanıklıkları yayımlanıyor. Yıl 2009.[17] Boğaziçi Üniversitesi’nde Müslümanlaştırılmış Ermeniler konulu halka açık bir konferans? 2013 yılındayız.[18] Mikro anlatılar, hassasiyetlerin hikâyesi, kolektif hareketler, antropologların, fotoğrafçıların, sosyologların, militanların, tarihçilerin ve koleksiyoncuların kesişen yaklaşımları susturulmuş sesi özgür bırakıyor. Sözellik haklarını geri alıyor, fısıltı söze dönüşüyor, akışkan ve elde tutulamaz bir sıvı olan hayat yeniden deveran etmeye başlıyor. Bugün bir süre Türkiye’de kalan herkes bu fısıltıyı, yerelde ve aile içinde aktarılan öteki anlatıyı duyuyor:
“Dedenler tehcire çıkarılmadan önce altınlarını nereye saklamışlar? Bir türlü bulamadık.” “Biliyorum, dedem bana söyledi: Burası sizin toprağınız.” “K… manastırı…, evet, evet, nerede olduğunu biliyorum: Şurada, ormanın yukarı tarafında harabeler var, gelin göstereyim size.” “Burası Ermeni köyüydü, ama hepsi gitti.” “Geri döneceğiniz söyleniyor: Benim ailem hiçbir şey almadı, bilesiniz.”
Bugünün içindeki geçmişler Türk devleti ile Ermeni halkını yüz yüze getirirken, Ermeni ve Türk toplumlarının bağrında projeler doğuyor, bağlar dokunuyor. Bireysel zamana kayıtlı yaratıcı yaşam neyse ki toplumsal bağın kendini onarmasına çok istekli ve dirençli olabiliyor. Türk devleti ise tam tersini yapıyor ve geçmişte kalmış bir geçmişe ait bugünkü tutumuyla, hem tamamen savunmacı hem de pasif bir duruşla genel bir tarihsel gerçeği yadsıyor: İki savaş arası dönemde kabul edilemez siyasi uygulamalarla, insan haklarını ret temeline dayalı ideolojik ve baskıcı bir diktatörlük rejimini tecrübe etmiş tüm demokratik devletler, Türkiye’yle aralarına, şu onur kırıcı hakikati dile getirmeksizin mesafe koyuyor: Türk devleti kurumsal bir inkârcılığı teşvik ederek, Primo Levi’nin sözcükleriyle “bilinçsiz kurbanları” karşısında tüm insanlığı bağlayan bir barbarlık eylemi olan soykırım suçunun sürmesinin sorumluluğunu üstleniyor. Dahası, Türkiye’de, Ermeni soykırımının belleği ve tarihi kamusal alanda asla gelişemedi ve yazılamadı.[19] Araştırma yapmak isteyen tarihçilerin önüne çıkarılan engeller,[20] bugün de devam eden bir devlet inkârcılığına[21] karşı sürekli mücadele içinde bir bellek inşası, soykırım suçu karşısında adaleti yerine getirmekten kaçınma.[22] Bazıları, Ermeni soykırımının Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşundaki kurucu rolünü göz önüne alarak, “Soykırımın varlığının Türkler tarafından tanınması neredeyse bir açmazdır”[23] tespitinde bulunuyor. Bu ise, devlet ile toplum arasında tam bir benzeşiklik olduğunu, sözde başka anlatıların bulunmadığını ve etnik milliyetçilik kalıbına dökülmüş model oluşturan tek bir Türk kimliği olduğunu varsaymak anlamına geliyor.
Yüzleşme aşamasından ortak tarihe geçiş, her şeyi nasılsa öyle, yani özerk biçimde düşünebilmeyi gerektirir: Kurbanın cellâda kanıtlayacağı hiçbir şey olmadığını, hem kaygılı hem hazin bir beklenti (insanlığı ve barışı savunan bir devletler topluluğunun ya da bir adaletin somutlaşması beklentisini) yansıttığı ikon üçüncü taraftan bekleyeceği hiçbir şey olmadığını düşünebilmeyi gerektirir. Olası kazanım büyük: bireysel ve kolektif yeniden inşa ve olası bir kardeşleşme. Hedef zorlu: suçun tazmini ve kurumsal inkârın son bulması. Engeller çok: sembolik içeriği ve medyatikleşmesiyle basiretsiz araçsallaştırma süreçlerine özellikle elverişli bir anma bağlamında gerçekleşecek siyasi manipülasyonlar, korku ve aşırılıkçılık.
Suçun Sorumluluğu ve Bugüne Kaydı
Sorumluluğun üstlenilmesi, anormal zarar ve ziyanları tanımayı ve bunlara karşı bir eylemi ya da eylem paketini kabul etmeyi içeren bir mekanizma olarak tanımlanabilir. Tazmin ve telafi konusu ise bireyler, devlet ve/veya toplumdan oluşabilen sorumluların saptanması sorusunu gündeme getirir. Tazminat kavramına hukuksal yaklaşım, bireylere yüklenebilecek suçların, ancak hâlâ kovuşturulabilir ve tazmin edilebilir olmaları halinde medeni hukuk ya da ceza hukuku kapsamına girebileceğini söyler. Hedefteki uluslararası düzlemde kanunsuz bir eylemse, işlenen fillerin sorumluluğunu, soyut bir varlık olarak devlet üstlenir. Devletin genel koruma görevindeki bir başarısızlıktan kaynaklanan kitlesel temel hak ihlallerinde bütün bir topluluğun taşıdığı sorumluluğa gelince, bunun hukuksal terimlere tercümesi zordur ve spesifik toplumsal mekanizmaların tahayyül edilmesini gerektirir. Bununla birlikte, soykırım suçunda sadece doğrudan failler değil, aracı failler de vardır: Hiçbir şey yapmamış olanlar gibi, soykırım zincirinin halkalarını oluşturanlar da aracı faillerdir. Dolayısıyla, “‘kabul edilemez olanı kabul eden’, yani kendisini üzerine inşa ettiği temel insan haklarına saygı gibi değerleri yadsıyan topluluğun bütününe yüklenebilecek bir çeşit sorumluluk”[24] vardır. Burada artık sorumluları ya da suçluların belirlenmesi değil, sorumluluğun topluluğun bütünü tarafından üstlenildiği ortak bir geçmişin varlığının kabullenilmesi söz konusudur. Ermeni soykırımı özelinde kolektif sorumluluk, suçun parasal ve maddi kazançlarıyla ve Ermeni toplulukların imhası, sonra da sistemli bir şekilde vatandaşlıktan çıkarılmaları ve soyulmaları sonucunda arazilerden, mülklerden, varlıklardan ve işletmelerden yüz yıldır yararlanılıyor olmasıyla, spesifik bir biçim alır.
Türk devletinin Osmanlı Ermenilerinin imhasının merkezi ve bölgesel düzeyde örgütlenmesinde, planlanmasında, yöntemlerinin hayata geçirilmesinde ve seyrinde taşıdığı sorumluluk, tıpkı bunun soykırım suçu olarak nitelenişi gibi artık kanıtlanması gerekmeyen bir olgudur.[25] Bu sorumluluk, bu kitapta yer alan ilgili makalede dökümü verilen milli varlıkları, yani imparatorluğun Ermeni Milleti’ne ait varlıkları[26] gasp politikası için de geçerlidir. Buna banka hesaplarına ve varlıklara, şahsi mallara, işletmelere sistemli biçimde el konması ve taşınır mülklerin, şahsi malların, altın ve paraların, hasadın ve mamul malların, sürülerin ve araç gereçlerin genel bir talanı eşlik etmiştir; gaspın tutarına ilişkin yaklaşık ve kısmi ilk tahmin, 1919 Barış Konferansı sırasında konferans heyetine sunulmuştur.[27] Jön Türk hükümetinin Osmanlı Ermenilerine yönelik politikasının bütünü, Osmanlı Ermeni milletinin imha edilişinin ayırt edici özelliklerini oluşturan farklı olgular, tek tek ele alındıklarında insan haklarına yönelik kitlesel ihlal eylemleri oluşturur. Bu eylemlerin her biri, sadece Türk devletinin dahili sorumluluğu bakımından değil, devletlerarası sorumluluğu bakımından da kanunsuz fiillerdir. Savaştan sonra, 1919-1920’de, İstanbul’da kurulan kısa ömürlü liberal İtilaf hükümeti sırasında, Jön Türk hükümetinin ve partisinin temsilcileri “Ermeni nüfusun topluca katli” nedeniyle özel Türk mahkemeleri önünde yargılanmış ve sorumlular gıyaplarında ölüm cezasına çarptırılmıştır.[28]
Bu yargılamalar işlenen suçun niteliğini, bunun sadece Osmanlı hukuku açısından değil “İslam’ın kuralları”, “insanlık ve medeniyet” açısından da olağanüstü vahim bir karakter taşıdığını teslim etmiş olmakla birlikte, bilhassa verilen mahkûmiyet kararlarının sayısı ve cezaların infaz edilmemiş olması ve beraatların sayısı bakımından sınırlılıkları o zamandan beri vurgulanmaktadır.[29] Ceza davaları olduğundan, yargılamalarda mal gaspları ve bunların iadesi ve tazmin edilmesi sorunlarının üzerine de gidilmemiştir.[30] Yargılamalar sonradan, emekleme dönemindeki bir uluslararası adalet bağlamına yerleştirilmiş ve Leipzig yargılamalarıyla kıyaslanabilmiş olsa da, bir devlet tarafından insanlığa karşı işlenen suçlar karşısında ulusal bir adalet sisteminin aşikâr sınırlılıklarını gösterirler.[31] Bununla birlikte, askeri mahkemelerin Ocak 1921’de ilgasına ve bir dizi kanun ve kararname, son olarak da Mart 1923’te ilan edilen genel afla, mahkûm edilmiş kişilerin itibarlarının iadesine yol açan, Kemalist rejimin kuruluşudur. Ve Kemalist yöneticilerin Lozan Antlaşması’nı imzalamaları, Sevr Antlaşması’nda öngörülen adalet ve tazmin mekanizmalarının işletilmesini hükümsüzleştirdiği gibi, 1914-1922 arasında işlenen bütün suçları kapsayan bir genel afla da sonuçlanmıştır. Bu durum, Osmanlı ve Türk devletlerinin hukuksal ve siyasi sürekliliği kadar, kanunsuz fiiller karşısında sorumluluğun devletten devlete devrolabilirliği sorusunu da gündeme getirir.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Türk devletinin sürekliliği pek çok vesileyle ortaya konmuştur ve bugün, bu sürekliliğin Ermeni soykırımının sorumluluğuyla eklemlenmesi konusunda “hukuksal bir tartışma”nın doğduğunu görmek şaşırtıcı değildir.[32] Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından ülkenin İtilaf güçlerince işgali, Osmanlı devletinin varlığına son vermemişti.[33] 1919’dan itibaren imparatorluk topraklarında Kemalist hareketin yükselişi ve tedricen tanınarak 1923 barış müzakerelerinde İstanbul otoriteleri hilafına Osmanlı devletinin meşru temsilcisi olarak kabul edilme noktasına gelmesi de bu süreklilikte bir kopukluk oluşturmaz.[34] İmparatorluğun Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla fiilen parçalanması, Türkiye’yi bu parçalanmayla oluşan yeni devletlerle aynı sıfatla, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasından doğan yeni bir devlet yapmaz. Dolayısıyla, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi delegelerinin müzakereler sırasında Osmanlı devletinin temsilcileri olarak kabul edilmesi, sürekliliğin hukuki ve siyasi olarak tanınması anlamına gelir: Bu delegeler barışı, 1914’te savaş ilan etmiş olan siyasi güçler adına müzakere etmişlerdi.[35] İmparatorlukta iktidarın Türk milletinin elinde olması anlamında Türkiye ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki özdeşlik, 1877-78 ve 1912-13 Balkan Savaşları sırasındaki diplomatik ilişkilerde ve varılan antlaşmalarda, bu adlandırmaların aynı belgelerde birbirinin yerine geçecek şekilde yan yana kullanılmasıyla, genel kabul gördüğü kanıtlanmış tarihsel bir gerçekliktir.[36] Lozan Antlaşması’nda devletin sürekliliği ilkesi esas alınır ve Osmanlı ve Türk tebaa arasında özdeşlik kurulur; bu, uluslararası topluluğun genelde kabul ettiği ve antlaşmanın imzacısı sıfatıyla Ankara’daki Büyük Millet Meclisi hükümetinin de tanıdığı ve onayladığı bir özdeşliktir.[37] Lozan’daki Türk temsilcilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasına dair spesifik bir iddiada bulundukları tek nokta, Lozan Antlaşması’nın 46 ila 57. maddelerinde düzenlenen, Osmanlı devlet borçlarının Türkiye ile Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından doğan devletler arasında paylaştırılması meselesi olmuştur.[38] Rusya ve Avusturya’nın imparatorluk borçlarını ödeme sorumluluğundan kurtulma çabalarıyla karşılaştırılabilecek bu iddia, esas olarak, 1878 Berlin Antlaşması[39] ile 1881 Tesalya Antlaşması’nın uygulanmamış hükümlerini ve Balkan işleri mali komisyonunun 1913’teki sonuçsuz kalan müzakerelerini[40] genel borç tasfiye usulü olarak bütünleştiren toplu bir mali talebi temellendirmeyi amaçlıyordu.[41] Borcun paylaştırılması konusundaki itirazları bir hakeme sunma kararı, yargıç Eugène Borel’in, “Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmü şahsiyetini sürdüren” bir devlet olarak görülmesi gereken Türkiye’nin yeni bir devlet olduğu tezini bir defa daha çürüttüğü Nisan 1925 tarihli hükmüyle sonuçlanır.[42] Borç sorununda Osmanlı devletinin ortadan kalktığı iddiasının kullanılmasındaki siyasi oportünizm, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925-1926’da Hollanda’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı sona erdiği için mevduat hesabındaki paranın iadesini talep eden Alman şirketi Roselius & Company’ye karşı açtığı davayla gözler önüne serilir. Türk otoriteleri bu tutarı iade etmemek için, iddialarını Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’yla aynı hükmi şahsiyet olduğu gerekçesine dayandırmış ve mahkemece haklı bulunmuşlardı.[43]
Aslında, Osmanlı ve Türk devletinin sürekliliği ya da mirası konusundaki hukuki tartışmanın yeniden başlaması, örneğin serbest seçimlerle iktidara gelen Doğu Alman hükümetinin Reich’ın halefi olarak Yahudi soykırımında Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin sorumluluğunu tanıyan resmi niyet bildiriminin nedenleri konusunda, bizleri aydınlatan hiçbir şey söylemez. Kanunsuz fiillerde sorumluluğun devletten devlete devrolabilirliğine ilişkin hukuki tartışma, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki soykırım fiillerindeki sorumluluğunu reddederken (1938’den beri Nazi Almanya’sına bağlı olduğu gerekçesiyle) Avusturya devletinin halefi olduğunu da kabul eden ve bu kabulün mali tazminatlarla ilgili sonuçlarını lütuf ödemesi şeklinde üstlenerek, 2000 yılında Avusturya İşbirliği, Barış ve Uzlaşma Fonu’nu kuran Avusturya’nın tutumu konusunda da hiçbir şey söylemez. Slovenya’ya gelince, hem Yugoslav rejiminin insan hakları ihlallerinin sorumluğunu hem de kanunsuz fiillerin neticelerini tek taraflı olarak kabul etmiştir. Brigitte Stern’in sözleriyle: “Halef devlet, selefinin kanunsuz davranışları tasvip etmediğini ve eylemlerinin doğurduğu sonuçları onarma niyetinde olduğunu göstererek, yeni bir dönemin açıldığını bildirmek ister. Sorumluluk, kendini kısmen aynı gördüğü için değil, tamamen farklı kabul ettiği için vardır.”[44]
Türkiye Cumhuriyeti’nin Özel Sorumlulukları: Zorla Vatandaşlıktan Çıkarmalar ve Gasplar
Ermeni halkının tüm mallarına ve varlıklarına el koyma ve çıkar mantığına dayalı siyasi oportünizm, ulus devlet temelli Kemalist yeniden kuruluşun ve bugünkü devlet inkârcılığının temel direklerinden birini oluşturur. Milli ve özel mülklere, taşınır ve taşınmaz mallara, bankalardaki varlıklara sistemli ve kitlesel biçimde el konması, soykırım kurtulanlarının gene sistemli biçimde vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sıkı sıkıya bağlantılı, kasıtlı ve sürekli bir politikanın sonucudur. Ermenilerin bu şekilde vatandaşlıktan mahrum edilmeleri, fiiliyatta, onları azınlıkları koruma rejiminin dışına çıkararak ve mallarını geri almak için Türkiye’ye dönmelerini engelleyerek, bu gaspların geri dönüşsüz olmasını sağlamaya yöneliktir. Sürecin mantığı Lozan Antlaşması müzakerelerinin son evresinde işlemeye başlamıştır.
Antlaşmada, Osmanlı uyruklu kişilerce önceki senelerde işlenen suçların faillerine yönelik her türlü cezai işlemi sonlandıran, savaş döneminde meydana gelen tüm olaylarla ilgili bir “Af deklarasyonu” yer alır. Deklarasyon, Jön Türk hükümetince işlenen soykırım suçunu tam bir suskunlukla geçiştirir ve fiilen, imha ve sevkiyatların sorumlularına ve faillerine karşı Osmanlı askeri mahkemelerince açılmış ceza davalarının düşürülmesini sağlar. İsmet Paşa 17 Temmuz 1923’te konferans heyetinin önünde, bu deklarasyonu “muhacirlerin Türkiye’ye geri dönüşü” dediği şeyden tamamen ayıran bir açıklama yapar. Böyle bir geri dönüşün, Türk otoritelerinin, talepte bulunan uyrukların iyi ya da “kötü mazi”si hakkındaki yüce değerlendirmelerine tabi olduğunu belirtir. Bu açıklama, Türk hükümetinin ileriki yıllarda Osmanlı Ermenilerini Türk uyruklu olarak tanımayı reddederek zorla vatandaşlıktan çıkarmasını haklı göstermek için ileri süreceği iddiaların temelini oluşturur. Böylece, ideolojik bir tersine dönüşle, Jön Türk soykırımının kurbanları, Türk halkını Berlin Antlaşması’ndan beri mahrum kaldığı ve “her bağımsız devletin sahip olduğu asayiş ve huzur”dan yararlandırmak üzere, “kargaşa ve ihtilal” unsuru “fesatçılar”la özdeşleştirilen paryalar haline gelir.[45] Bu açıklamanın öncesinde, Kemalist hükümet iki kararname yayınlamıştır: Bunlardan Eylül 1922 tarihli birincisi taşınır ve taşınmaz malların, Nisan 1923 tarihli ikincisi ise bankalardaki varlıkların gaspına olanak sağlamaktadır. Bundan sonra, Türk mahkemelerine yapılacak her tür başvurunun önüne geçmenin ve gasplardan yararlanan Türk vatandaşlarına gayrimeşru yollardan edindikleri kazançları kalıcı olarak ellerinde tutabilecekleri güvencesini vermenin en iyi yolu, Ermenileri ulus devletin siyasi düzeninin dışına çıkarmak olacaktır.
Ortaya çıkan bu yeni durum, Jön Türk rejiminin imha ve gasp politikasına karşı 1918-1919 yıllarında geliştirilen, teritoryal meseleyle bağlantılı tazmin ve telafi talebinin istikametini, Kemalist hükümetin vatandaşlıktan çıkarma ve gasp politikasına karşı müthiş bir mücadeleye çevirir. Dilekçeler yoluyla başvuruda bulunulan uluslararası kuruluş Milletler Cemiyeti’dir; Milletler Cemiyeti kuruluşundan beri, Kemalist Türkiye’nin de aralarında yer aldığı, azınlıkları koruma rejime tabi devletlerde bu sistemi uygulatmakla görevli bir komisyona sahiptir.[46] Burada, azınlıklar sisteminin ve uygulanış biçiminin gayet iyi bilinen sayısız kusuruna ve eksikliğine dönmeyeceğiz.[47] Azınlığa mensup bir uyruk için, dilekçe yoluyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmak, devletini azınlıkları koruma hükümlerine uymamakla itham eden gerekçeli bir taleple, cemiyetten hukuksal kovuşturma başlatmasını istemek anlamına gelmektedir. Kemalist iktidarın buna karşı benimseyeceği tutum, sağ kurtulan Ermeniler ile Türk devleti arasında hiçbir yasal bağ olmadığını ileri sürerek, Türk vatandaşlığı vermede Osmanlı uyrukları arasında etnik ve dini bir ayrımcılık uygulamaktan oluşan spesifik bir konsolosluk politikası düzenlemek olacaktır. Ermeni kökenli Osmanlı uyrukları bundan böyle, Müslüman dininden Türk kökenli ve Yahudi Osmanlı uyruklarından farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir konsolosluğunda kendilerine Türk pasaportu verilmediğini, evlerine dönmelerinin ve topraklarını ya da mallarını geri almalarının, hatta bir vekil tayin etmelerinin sistemli biçimde engellendiğini göreceklerdir.[48] Nazi Almanya’sının etnik milliyetçilik “anlayış”ını ortaya koymak için Ekim 1933’te Milletler Cemiyeti önünde verdiği o meşhur söylevden farklı olarak, bu politikaya belli bir grubu dışlayan hiçbir ideolojik meta-söylem ya da “etnik Türk” tanımı eşlik etmeyecektir. Bu konuya ileride döneceğiz.
Ermeni sığınmacıların oluşturduğu, bu her tür haktan yoksun yeni vatansızlar, Milletler Cemiyeti’ne Kemalist hükümetin kendilerine uyguladığı yasal ayrımcılığı ve yapılan eziyetleri ihbar eden sayısız dilekçe sunarken, bir yandan da Batılı hükümetlere etkisiz ve sonuçsuz kalacak rica mektupları gönderirler. Batılı hükümetler kendi menfaatlerini korumanın ötesinde, Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi sığınmacılarla ilgili olarak 30’lu yıllarda bolca geliştirilen bir argümanala, sınır dışı etme politikasının genelleşmesini teşvik etmekten çekinerek, bu meselede Türk hükümetini resmen sıkıştırmak istemezler. Daha yapısal bir açıdan bakıldığında, bu yeni paryaların Batılı güçler tarafından yüzüstü bırakılması, insan haklarının sadece hükümran ulus devletin siyaset-hukuk düzenine tabi kılınmasıyla, etnik-milliyetçi ya da ırkçı diktatörlük ve dışlama rejimlerinin kurbanlarının ve sömürge halklarının fiilen dışlandığı bir dönemi açıklar.[49] Sürgündeki cemaat temsilcileri ya da şahıslar tarafından Milletler Cemiyeti’ne verilen dilekçelerin ağırlıklı bölümü, Kemalist gasplar ve vatandaşlıktan çıkarmalarla ilgilidir.[50] Örneğin, Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’na seslenen ve yazarın bir Batı diline hâkim olmadığı için özür dilediği Ermenice bir mektupta, şu satırları okumak mümkündür:
“Nereye başvuracağımızı bilmiyoruz. […] Ermeniler için hiçbir mahkeme yok, zira vatanımızda değiliz ve bizi koruyan bir hükümete sahip değiliz. Öte yandan, dünyanın dört bir yanına dağılmış olduğumuz düşünüldüğünde, oturumlarınıza şahsen katılmak imkânlarımız dahilinde değil.”[51]
Bir başka dilekçede yazar, zorla vatandaşlıktan çıkarılmaktan kaynaklanan tüm insan haklarından yoksun kalışa işaret eder:
“Lozan Antlaşması’nda şart koşulan genel affa rağmen, Ermeniler hâlâ mallarından ve mülklerinden edilmiş, evlerinden kovulmuş halde, dünyanın dört bir yanında dolaşıp duruyorlar. Halbuki onlar insan.”[52]
Milletler Cemiyeti’ne dilekçe veren başlıca iki kişi, Paris Ermeni Mülteciler Merkez Komitesi adına yazan Léon Pashalian[1] ile Yunanistan’daki Ermeni Mülteciler Komitesi adına girişimde bulunan Ohannes Essayan’dır. Pashalian ve Essayan yaklaşık on yıl boyunca, aslında oldukça basit bir sorun olan bütün bir halkın dışlanması ve ayrımcılığa uğraması meselesini ele alırken kanunlara teknisyence bir sadakat, formalist bir objektivizm ve bürokratik bir sinizm arasında gidip gelen, Albert Cohen’in hazin bir şekilde meşhur ettiği[53] Azınlıklar Şubesi’nin elinde oyuncak olacaklardır. Azınlıklar Şubesi üyelerinin kendi aralarındaki görüş alışverişleri ve Milletler Cemiyeti sekretaryası hukuk servisinden aldıkları mütalaalar okunduğunda, bunların kanunlara pozitivist bir sadakat ile normatif meşruiyet arasındaki açık bir kopukluğun karakteristik özelliklerini taşıdıkları görülür: İnsan hakları hilafına kanunlara sadakat ortodoksisini savunan, bireyi dahili düzene tabi kılan uluslararası bir düzende bireylerin ve toplulukların “talepler”ine meşru bir yer açmak istemeyen, devletlerin hassasiyetlerini rencide etmemeye aşırı bir özen gösteren bu unsurlar, Milletler Cemiyeti’ne destek veren ulusal kuruluşlar ağına etkili baskılar uygulayarak, kendilerini her türlü kamusal ya da medyatik tartışmadan korumada da bir o kadar mahirdirler. Azınlıklar Şubesi’nin Ermeni dilekçelerine gösterdiği muamelenin, insan hakları ihlallerinin yasal mekanizmalarının anlamı konusunda hiçbir eleştiri ya da etik yargının bulunmamasıyla, istisnai bir hukuka bağlı olduğu dikkate alınmayan adaletsiz yasaların sıradanlaştırılmasıyla ve zulüm gerçeklerine, insanların bir soykırım sürecinin mağduru olduktan sonra evlerine dönmelerine ve mallarını geri almalarına getirilen yasağa dair bir bilinç eksikliğiyle, Kemalist diktatörlüğün meşrulaşmasına katkıda bulunduğu yadsınamaz. Bu tutum etnik Türk milliyetçiliğine ideolojik bir bağlılıktan kaynaklanmayıp, Milletler Cemiyeti’ni bir tür yasal-rasyonel tahakkümle (genel ve gayri şahsi hukuk kurallarına riayet) meşrulaştırmayı amaçlayan bir mekanizmaya ve devletlerarası işbirliği yapılarında toplumsal olarak arzulanır bir normlar ve değerler sistemiyle özdeşleşmeye (hükümran ulus devletin hukuk-siyaset düzeninin karanlık yüzünün ve bir ayrım politikasının bastırılmasına) dayanır.
Fiiliyatta, vatandaşlıktan çıkarmalar ve gasplarla ilgili dilekçelerden sadece yedisi, bunları tasdik ederek Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’na ya da Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na iletmekle görevli, üç devlet temsilcisinden oluşan bir komiteye sunularak işleme sokulur.[54] Léon[2] Pashalian’ın[3] 1925 tarihli dilekçesinden aldığımız aşağıdaki satırlar, Kemalist hükümetin iktidara gelişinden beri izlediği zulüm ve dışlama politikasının boyutlarını kavramaya olanak verir:
“Türk otoriteleri [Ermenilere] pasaport vermemekte ayak diriyor ve gidip mülklerini geri almalarına izin vermiyor; aynı zamanda, vekâletnameleri geçersiz sayıyor, hak sahiplerinin tayin ettikleri vekilleri tanımıyor ve İstanbul’da olduğu gibi İzmir’de ve Türkiye’nin diğer şehirlerinde el koyulmuş olan malları satmaya ve semerelerine el koymaya devam ediyorlar. Ermeni topluluklarına ait kiliselerin, manastırların, okulların ve diğer malların başına da aynı şey geliyor. […]
Türk otoritelerine, Ermenilerin şahsen ya da vekilleri aracılığıyla geri istedikleri mülklerini “emval-i metruke” olarak değerlendirme hakkını veren hiçbir şey yoktur. Tapu senetlerinin resmi makamlarca iptali, vekâletnamelerinin geçersiz sayılması, bankalardaki mevduatlara el konması, sahipleri ya da hak sahipleri bulunduğu halde binaların satılması, kiralarının toplanması ve semerelerinin haczedilmesi tamamen keyfi uygulamalardır.”[55]
Uzun ve karmaşık işlemlerin sonunda, söz konusu dilekçeler hakkında peş peşe takipsizlik kararları alınır. İki dünya savaşı arası dönemin önde gelen enternasyonalist hukukçularının ve Avrupalı hukuk danışmanlarının başlattıkları kampanyaya rağmen,[56] ne Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nda ne Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nda bu dilekçelerle ilgili bir kovuşturma başlatılır. Temel argüman, vatandaşlık keyfi bir kararla ve başvuruya izin vermeyecek şekilde değiştirilmiş olan kanun metinlerindeki ustalıklı tadilatlarla tanımlanmış olduğu halde, vatandaşlık vermede son sözün hükümete ait olduğu gerekçesine ve Türk hükümetinin Ermenilere kesinlikle ayrımcılık yapılmadığı yönündeki tekrarlanan güvencelerine dayandırılır. Böylece, Ermeni Mülteciler Merkez Komitesi’nin Aralık 1927 tarihli dilekçesi üzerinde ilk soruşturmayı yürütmekle görevli üç devlet temsilcisinden oluşan komisyon, gerçekleri hiçe sayarak, dilekçe sahibinin verdiği bilgilerden, Türk vatandaşlığı edinme ya da kaybetme konusunda hükümetin Ermeniler aleyhine bireysel ya da kolektif ayrımcı bir muamele uyguladığı sonucunun çıkmadığını ileri sürerek, inceleme dosyasını kapatır.[57]
Ekim 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin[58] kurucuları ve kadroları olan Büyük Millet Meclisi yöneticilerinin sorumluluğu, bu şekilde, Ermeni soykırımının tertipçisi olan Jön Türk hükümetinin sorumluluğuna eklemlenir. Burada, devletin sürekliliğinden ve bu sürekliliğin, üstün hukukun ihlali nedeniyle sorumluluğun devletten devlete devrolabilirliğiyle eklemlenmesinden öte,[59] devletin sadece kendi ihlallerinden değil, önceki ihlalleri meşrulaştırmasından da (mahkûm edilen soykırım faillerinin itibarlarının iadesi, sağ kurtulanların mallarının gaspıyla ilgili kararnameler, Ermenilerin zorla vatandaşlıktan çıkarılması, kurumsal inkârcılık vd) kaynaklanan özel ve yeni bir sorumluluğun doğuşu söz konusudur. Ve bu özel ve yeni sorumluluk, varlığını ve meşruiyetini paradoksal biçimde Osmanlı geçmişinden tam ve radikal bir kopuşa dayandırmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal, ekonomik ve ideolojik temelini oluşturan kitlesel bir insan hakları ihlaliyle ilgilidir. Bu kurucu evreyi benimsemek, cumhuriyetin doğuşuna yön veren o karanlık yüzü benimsemektir. Bir yanda Batılı emperyalist güçlerden kurtarıcı ve modernleştirici bir devlet milliyetçiliği, diğer yanda bütün etnik milliyetçiliklere özgü şiddet ve bir toplumun tamamına model dayatma arasındaki o yapay ayrıştırmadan vazgeçmektir. İnkârı kurumsallaştırarak bu karanlık yüzü bastırma, Ermeni mirasını kesintisiz biçimde imha, kamuya seslenmeyi yasaklama çabaları amacına ulaşamamıştır: Kendinin içindeki Öteki’nin varlığı inkâr edilememiştir. Halbuki, onyıllar boyunca cebri ve sistemli bir yıkım, gasp, dönüştürme politikası uygulanmış, yer adları ve insanların isimleri değiştirilmiş, izler silinmiş, geçmiş yeniden yazılmıştı. Başarısızlığa mahkûm kadir-i mutlak ve tanrısal bir iradenin hem çocuksu hem de trajik bir şekilde etkili olan girişimleri… Zira, bu şekilde dayatılmış ve paylaşılmış olan kolektif bastırma, suçun kazancının –kanunsuz biçimde el konan araziler, taşınır ve taşınmaz mallar, banka hesapları, artık Türk olmayanlardan boşalmış olan meslekler ve işler, ulusal bağımsızlık vd– ekonomik ve toplumsal olarak yeniden dağıtımı pahasına gerçekleşebilmiştir. Ama aynı zamanda, bu sır yerel hafızada ya da ailelerin belleklerinde, marjinal ve görünmez aktarım tarzlarında, yazılı olmayan ifade biçimlerinde ve bireysel pratiklerde, şu ya da bu ortaçağ kilisesinin ya da manastırının yıkıntılarında, gasp edilen evlerin duvarlarında ve nihayet, üzeri örtülen ama herkesin bulanık bir şekilde bildiği şeyle ilgili o sessizlikte gizlenmiştir. Belli bir süre gizlenen şey kendini en çok gösterendir, zira bu ille de dile getirilmesi gerekmeyen, herkesin bildiği şeydir.
Ama Türkiye’deki yeni kuşaklar, artık, başlangıçtaki ekonomik, toplumsal ve sembolik yeniden dağıtım sözleşmesini düzenlemiş olan o kuşaklar değil. Onlar bu sözleşmeyi kokusu rahatsızlık veren, hatta artık katlanılmaz hale gelen, en pragmatikler içinse zararlı olmaya başlayan, çürümekte olan bir cesedi miras alır gibi tevarüs ettiler. Dahası, kendilerine ait olmayan bir sorumluluğu, Kemalist yöneticilerden kalan ve artık istemedikleri bir suç ve gasp mirasını kabul etmeyi reddeden sesler yükseliyor. Bugünkü kuşaklar kendilerini geçmişlerinden kurtaramasınlar diye, Türklerin “ata”sına olan borçları hatırlatılıyor ve konum kaybetme ve tahakküm korkusu bir kez daha körükleniyor. Temel argüman, özellikle ekonomik çevreler nezdinde ikna edici: tazmin ve telafinin parasal ve maddi bedeli. Ya dirençli Türk toplumunun artık bir babaya ihtiyacı yoksa…
Tazmin ve Telafi: Toplu Bir Yaklaşım
Türk devletinin devletlerarası sorumluluğunun, bir devletin, sözgelimi Uluslararası Kalıcı Adalet Divanı’na başvurması yoluyla hukuken tespitinin bazı hukukçular açısından ihtimal dahilinde görülmüyor olabilmesinin ve “Türk devletinin sorumluluğu sadece manevi olabilir”[60] iddiasına gerekçe edilmesinin gerçekte hiçbir önemi yoktur. Bilindiği gibi, soykırım suçu karşısında adalet meselesi, zararın irrasyonalitesinin karşısına tazminin rasyonalitesini çıkarmanın imkânsızlığı sorununu gündeme getirir. Sorumluluğun gereğinin yerine getirilmesi, yani zararın tazmin edilmesi, imha edilmiş insan hayatları için mümkün değildir. Öte yandan, tazmin ve telafi bu sorumluluktan çıkar elde edenlerin tespit edildiklerini varsayar. Mağdurlar hâlâ yaşamakta mıdır yoksa doğrudan ya da daha uzak hak sahipleri mi söz konusudur? Sorumlular için olduğu gibi, tazmin ve telafi de bireysel ve kolektif ikili bir boyut taşır. Adaletin sağlanması bakımından ne kadar az yanıt alınırsa, kolektif boyut kuşaklar ötesi düzleme o kadar çok taşınır ve kuşaktan kuşağa yansır. Ermeniler özelinde bu olgu apaçıktır. Toplumdan yanıt gelmediğinden, bugünün mağdurları atalarının gördüğü zararı taşımakta, bu da kolektif boyutu güçlendirmektedir. Bu kolektif boyut karşısında hukukun çaresiz kaldığı bilinmektedir.
Bu durumda, tazmin ve telafi kavramının hukuksal ve siyasi, etik ve toplumsal, ekonomik ve kültürel toplu bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir. Bu alanların her birinde, hepsinin kendine özgü kriterlerine göre, bazı durumlarda bireysel, başkalarında kolektif, bazıları için yasal girişimlerden oluşan, başkaları için toplulukların ve kuruluşların inisiyatifine bırakılmış yöntemlerin eşanlı olarak ve birbirine eklenerek geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu çalışmada ortaya konan Ermeni milli varlıklarının iadesi talebi için de aynı şey geçerlidir. Ama ne sembolik özür retoriği, ne bellek “ödevi”, ne tarih çalışması, zamanaşımsız bir suç olan, kuşaktan kuşağa da öyle kalan bir cürüm karşısında adaletin yerini tutabilir.
Türkçeye çeviren: Renan Akman
[1]Eric Hobsbawm, Ages of extremes: the short twentieth century: 1914-1991, New York, Random House, yeni baskı, 2000 [Türkçe baskı: Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991 Aşırılıklar Çağı. Çeviri: Yavuz Aloğan. İstanbul: Everest, 2006].
[2]Xavier Philippe (yön.), La justice face aux réparations des préjudices de l’histoire. Approche nationale et comparée, Paris, LGDJ, 2013; Philippe Xavier, André Roux (yön.), La justice face aux réparations des préjudices de l’histoire, Paris, Institut universitaire Varenne, 2013; Manfred Berg, Bernd Schaefer (der.), Historical Justice in International Perspective. How Societies Are Trying to Right the Wrongs of the Past, Cambridge, Cambridge University Press, 2012; Antoine Garapon, Peut-on réparer l’histoire? Colonisation, esclavage, Shoah, Paris, Odile Jacob, 2008; John Torpey, Making Whole What Has Been Smashed: On Reparations Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 2006; Jean-Michel Chaumont, La concurrence des victimes. Génocide, identité, reconnaissance, Paris, La Découverte, 1997.
[3]Eric Stover, Harvey M. Weinstein (der.), My Neighbor, My Enemy. Justice and Community in the Aftermath of Mass Atrocity, Cambridge, Cambridge University Press, 2004.
[4]Burada, bu kategorileştirmeyi (Ermeniler ve Türkler) kullanmamızın, içerdiği kimliksel çeşitliliklere dair bir önyargıya dayanmadığını belirtmek isteriz. Bu kategorileştirme, bizatihi soykırım sürecinin, peşi sıra Kemalist ideoloji tarafından Türk kimliğinin inşasının, sürgünde ve inkâra maruz bir halkın sağ kalımının da dayanakları olan tarihsel ve siyasi etnik-milli antagonizmalar inşa etme sürecinden ayırt edilmelidir.
[5]Vangelis Kechriotis, “Hrant Dink ou ‘l’intellectuel’ post-mortem”, Labyrinthe, 2009/1, n° 32, s. 69-75.
[6]Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, İstanbul, İletişim, 1992.
[7]
Türkiye’de 1920’lerden itibaren inkârcı bir tarihin yazılması ve bunun Batı’daki aracılarını perspektife yerleştiren çalışmalar için bkz. Yves Ternon, Du négationnisme. Mémoire et tabou, Paris, Desclée de Brouwer, 1999, s. 19-50; Yves Ternon, Enquête sur la négation d’un génocide, Marsilya, Éd. Parenthèses, 1989. Ayrıca bkz. Richard G. Hovannisian (der.), Remembrance and denial: the case of the Armenian genocide, Detroit, Wayne State University Press, 1999.
[8]Eric Strover, My neighbor, my enemy: justice and community in the aftermath of mass atrocity, Cambridge, Cambridge University Press, 2004 (bkz. İkinci Bölüm: “Social reconstruction and Justice”); Laure Marchand ve Guillaume Perrier, La Turquie et le fantôme arménien. Sur les traces du génocide, Arles, Actes Sud, 2013 [Türkçe baskı: Türkiye ve Ermeni Hayaleti. Soykırımın İzinde Adımlar. Çeviri: Renan Akman. İstanbul: İletişim, 2014]; Leyla Neyzi, Hranush Kharatyan-Araqelyan, Speaking to one another: Wish they hadn’t left. Whom to forgive? What to forgive?, Bonn, Adult Education and Oral History Contributing to Armenian-Turkish Reconciliation, 2010 [Türkçe baskı: Birbirimizle Konuşmak: Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları. Keşke Gitmeselerdi. Kimi Affetmek? Neyi Affetmek? Çeviri: Alin Ozinyan ve Kayuş Çalıkman Gavrilof. İstanbul: Dvv International, 2010].
[9]Bkz. Gerçekte soykırım yetimi bir Ermeni olan, Mustafa Kemal’in manevi kızı ve kadın özgürleşmesinin simgesi Sabiha Gökçen’in 2003’te ölümü üzerine Türk medyasında gelişen polemikler.
[10]
Taner Akçam, A Shameful Act-The Armenian Genocide and the Question of Turkish Responsability, New-York, Metropolitan Books, Fr. çev., s. 27.
[11]
Marc Nichanian, La perversion historiographique. Une réflexion arménienne, Paris, Éd. Lignes & Manifestes, 2006, s. 206.
[12]Burada, Janine Altounian’ın kolektif bir yıkımın ruhsal iletimi ve kolektif bir travmanın sağ kalanların soyundan gelenlerin ruhsal âleminde “tercümesi” konularında yaptığı zengin çalışmalara gönderme yapıyoruz. Altounian’ın eserleri arasında şunlar sayılabilir: De la cure à l’écriture. L’élaboration d’un héritage traumatique, Paris, PUF, 2012; “À quel autre parlent les héritiers d’un génocide? (le cas arménien)”, Parler des camps, penser les génocides, Catherine Coquio (der.), Paris, Albin Michel, 1999, s. 514-528.
[13]Laurence Ritter, Les recompositions de l’identité arménienne: de la victime au sujet, sosyoloji dalında yayımlanmamış doktora tezi, EHESS, 2005 (gözden geçirilmiş hali 2006’da Robert Laffont’dan çıkmıştır); Rubina Peroomian, And those who continued living in Turkey after 1915: the metamorphosis of the post-genocidal Armenian identity as reflected in artistic literature, Yerevan, Ermeni Soykırım Müzesi-Enstitüsü, 2008; Ulrike Ziemer, “Narratives of Translocation, Dislocation and Location: Armenian Youth Cultural Identities in Southern Russia”, Europe-Asia Studies, Cilt 61, n° 3, 2009, s. 409-433; Denis Donikian, Georges Festa (yön.), Arménie, de l’abîme aux constructions d’identité, Cerisy-la-Salle Konferansı Bildirgeleri, Paris, L’Harmattan, 2009; Marie-Blanche Fourcade, “Les musées domestiques de la communauté arménienne”, Ethnologie française, 2010/3, Cilt 40, s. 437-446; Carla Tchilinguirian, L’impact transgénérationnel du génocide chez les Arméniens du Liban, klinik psikoloji dalında yayımlanmamış doktora tezi, Université Paris-8, 2011; Anouche Kunth, Du Caucase à Paris: un autre exil arménien. Expériences migratoires et ancrages en diaspora de 1920 à l’implosion de l’Union soviétique, tarih ve uygarlıklar dalında yayıma hazırlanan doktora tezi, EHESS, 2013.
[14]Claire Mouradian, Janine Altounian ve Mireille Barakdjian’ın bellek inşaları üzerine makaleleri, Hélène Piralian, L’actualité du génocide des Arméniens içinde, CDCA, Créteil, EDIPOL, 1999, s. 269-352.
[15]Fethiye Çetin, Anneannem, İstanbul, Metis, 2004.
[16]100 Yıl Önce Türkiye’de Ermenliler. Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonundan Kartpostallarla, katalog, İstanbul, Birzamanlar Yayıncılık, 2005.
[17]Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin, Torunlar, İstanbul, Metis, 2009.
[18]
Hrant Dink Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve MalatyaHAYDer’in işbirliğiyle düzenlediği Müslümanlaştırılmış Ermeniler Konferansı, 2-4 Kasım 2013. Soykırım kurtulanlarının torunlarının bugünü için ayrıca bkz. Laurence Ritter, Max Sivaslian, Les restes de l’épée. Les Arméniens islamisés et cachés de Turquie, Paris, Ed. Thaddée, 2012 [Türkçe baskı: Kılıç Artıkları. Türkiye’nin Gizli ve Müslümanlaştırılmış Ermenileri. Çeviri: Cengiz Aktar. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013].
[19]
Enzo Traverso, Le passé, modes d’emploi. Histoire, mémoire, politique, Paris, La Fabrique, 2013, s. 47 [Türkçe baskı: Geçmişi Kullanma Kılavuzu. Tarih, Bellek, Politika. Çeviri: Işık Ergüden. İstanbul: Versus, 2013]; Cengiz Aktar, L’appel au pardon: des Turcs s’adressent aux Arméniens, Paris, CNRS Edition, 2010.
[20]Arşivlerin 2005’te kısmen açılmasıyla göreli bir iyileşme olmuştur.
[21]Eylül 2004 tarihli yeni Türk Ceza Kanunu’nun 301. Madde’si, heterojen bir toplum gerçeğinden kopuk tek kimlik fantezisine dayalı tek bir ulusal anlatı üretme ve bunu koruma yönündeki otoriter iradeyi gayet iyi yansıtır.
[22]Ludovic Hennebel, Thomas Hochmann, Genocide denials and the law, Oxford, Oxford University Press, 2011.
[23]Jean-Baptiste Racine, Le génocide des Arméniens. Origine et permanence du crime contre l’humanité, Paris, Dalloz, 2006, s. 115.
[24]
Xavier Philippe, “Qu’est ce que la justice face aux ‘réparations’ des préjudices de l’histoire? Propos introductifs”, Xavier Philippe (yön.), La justice face aux réparations des préjudices de l’histoire içinde, a.g.y., s. 16.
[25]Zengin bir kaynakça arasında daha ayrıntılı çalışmalar için bkz. Raymond H. Kévorkian, Yves Ternon, Mémorial du Génocide des Arméniens, Paris, Seuil, 2014; Taner Akçam, The Young Turks’ crime against humanity. The Armenian Genocide and Ethnic Cleansing in the Ottoman Empire, Princeton, Princeton University Press, 2012; Raymond H. Kévorkian, Le génocide des Arméniens, Paris, O. Jacob, 2006 [Türkçe baskı: Ermeni Soykırımı. Çeviri: Ayşen Taşkent Ekmekci. İstanbul: İletişim, 2015]; Gérard Chaliand, Yves Ternon, 1915, Le Génocide des Arméniens, Brüksel, Complexes, yeni baskı 2006; Donald Bloxham, The Great Game of Genocide. Imperialism, Nationalism and the Destruction of the Ottoman Armenians, Oxford, Oxford University Press, 2005; Vahakn N. Dadrian, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, Providence, Berghahn Books, 1995 [Türkçe baskı: Ermeni Soykırımı Tarihi. Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma. Çeviri: Ali Çakıroğlu. İstanbul: Belge, 2008].
[26]M. Basmadjian, A. Beledian, H. Khatchadourian, en coll. avec Aslanian, P. & Der Bédrossian L., Listes et takrir des monastères et des églises arméniens présentés au Ministère des cultes et de la justice de Turquie par le Patriarcat arménien de Constantinople (1912-1913), Paris, Organisation terre et culture, 2015. Liste incomplète.
[27]
Tableau approximatif des Réparations et indemnités pour les dommages subis par la Nation arménienne en Arménie de Turquie et dans la République arménienne du Caucase, Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyonu başkanı Avedis Aharonyan ve Ermeni Milli Delegasyonu başkanı Boğos Nubar Paşa imzalıdır; Dr. Pierre M. Mahokian, Les nationalités et la Société des Nations. Les réparations politiques, pénales et pécuniaires dues aux Arméniens, Paris, Daragon, 1918; Vahakn N. Dadrian, “Genocide as a Problem of National and International Law: the World War I Armenian Case and its Contemporary Legal Ramifications”, The Yale Journal of International Law, Cilt 14-2, 1989, s. 267-272; Uğur Űmit Űngör ve Mehmet Polatel, Confiscation and destruction: the Young Turk seizure of Armenian property, Londra, Continuum, 2011; Taner Akçam, The Young Turks’ crime against humanity, a.g.y., s. 342-371.
[28]Vahakn N. Dadrian ve Taner Akçam, “Tehcir ve Taktil” Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları (İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009; Vahakn N. Dadrian, “The Turkish military tribunal’ prosecution of the authors of the Armenian genocide: four major court-martial series”, Holocaust and Genocide Studies, Cilt 11-1, 1997, s. 28-59.
[29]Vahakn N. Dadrian, “Genocide as a Problem of National and International Law”, a.g.y., s. 307-315.
[30]Jean-Baptiste Racine, Le génocide des Arméniens, a.g.y., s. 32-33; Raymond H. Kévorkian, “La Turquie face à ses responsabilités. Le procès des criminels jeunes-turcs (1918-1920)”, Revue d’histoire de la Shoah, n° 177-178, 2003, s. 166-205.
[31]Gary Jonathan Bass, Stay the Hand of Vengeance: The Politics of War Crimes Tribunals, Princeton, 2000.
[32]Enrico Zamuner, “Le rapport entre l’Empire ottoman et la République turque face au droit international”, Journal of the History of International Law, Cilt 6-2, 2004, s. 209-231; Vahagn Avedian, “State Identity, Continuity, and Responsibility: The Ottoman Empire, the Republic of Turkey and the Armenian Genocide”, European Journal of International Law, Cilt 23-3, 2012, s. 797-820; Pulat Tacar ve Maxime Gauin, “State Identity, Continuity, and Responsibility: The Ottoman Empire, the Republic of Turkey and the Armenian Genocide: A Reply to Vahagn Avedian”, European Journal of International Law, Cilt 23-3, 2012, s. 821-836.
[33]Bkz. Başkan Wilson’ın Ocak 1918’de Kongre’de yaptığı konuşmanın 12. Madde’si, Amerikan hükümetinin 21 Kasım tarihli muhtırası ve Mütareke Anlaşması’nın tam metni.
[34]Bir devrimin ertesinde bile, anayasal değişiklikler devletin sürekliliğinde kopukluk yaratmaz. Topraklarında gerek sayısal gerek siyasi bakımdan baskın etnik çekirdeği oluşturmakta olan halkın yaşadığı bir devlet, yeni bir devlet olamaz. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Rusya İmparatorluğu’nun Rusya Sovyet Cumhuriyeti, Macaristan Krallığı’nın Macaristan Cumhuriyeti, Avusturya İmparatorluğu’nun Avusturya Cumhuriyeti çatısı altında sürekliliği bu ilkeler doğrultusunda tanınmıştır.
[35]Bkz. Lozan Antlaşması’nın 1. Madde’si ve Giriş bölümü.
[36]
Örneğin bkz. Documents diplomatiques, Affaires d’Orient, Congrès de Berlin, 1878, Paris, Imp. nationale, 1878, s. 22; “Türkiye’nin Osmanlı hükümeti” teriminin sıklıkla kullanıldığı 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması müzakerelerinin metni. Brigitte Stern, “La succession d’Etats”, RCADI, Cilt 262, 1996, s. 80; Shavarsh Toriguian, The Armenian question and international law, Beyrut, Hamaskaine Press, 1973, (2. Baskı, 1988), s. 146-150.
[37]Özellikle antlaşmanın 15-18, 21-22, 28, 58, 71, 73, 86, 99 ve 112. maddelerinde, toprak talepleri ile mali taleplerden vazgeçme, sözleşme ve sigortaların, mülkiyet haklarının vd sürekliliği konularında bu ilke esas alınmıştır. Milletler Cemiyeti, Recueil des traités, Cilt 28, 1924, s. 12-112. Bkz. Manlio Udina, “La succession des Etats quant aux obligations internationales autres que les dettes publiques”, RCADI, Cilt 44, 1933-2, s. 667-772; Brigitte Stern, “La succession d’Etats”, RCADI, Cilt 262, 1996, s. 85.
[38]Documents diplomatiques, Conférence de Lausanne, Paris, Imp. nationale, 1923, Cilt 1, 28 Kasım 1922 tarihli oturumun tutanağı, s. 495; 13 Ocak 1923 tarihli oturumun tutanağı, s. 522.
[39]Documents diplomatiques, Affaires d’Orient, Congrès de Berlin, 1878, Paris, Imp. nationale, 1878, s. 121-123.
[40]Documents diplomatiques, Commission financière des affaires balkaniques, Paris, Imp. nationale, 1913, s. 301-391.
[41]Alexandre Sack, “La succession aux dettes publiques d’Etat”, RCADI, Cilt 23-3, 1928, s. 309-310.
[42]
Répartition des annuités de la Dette publique ottomane (article 47 du traité de Lausanne), Sentence arbitrale rendue par Eugène Borel, professeur de droit international à l’Université de Genève, Président du tribunal arbitral mixte anglo-allemand, Cenevre 18 Nisan 1925, Cenevre, Milletler Cemiyeti 1925, s. 60-62. Ayrıca bkz. A. McNair ve H. Lauterpacht yönetimindeki l’Annual Digest of Public International Law’daki analizler ve yorumlar, Case n° 57 and n° 60, Ottoman Debt Arbitration, Londra, 1929, s. 78-79, s. 472-473.
[43]Kararın tam metni için bkz. Weekblad van het Recht, 1926, n° 11583, Annual Digest of Public International Law, 1925-1926, Londra, 1929, Case n° 26, s. 35-37: Continuity of States-Changes in the Condition of a State-The Turkish Republic as Successor of the Ottoman Empire. Roselius and Company of Bremen in Germany (plaintiff) v. Dr Ch. J.F. Karsten, Advocate of Huizen in Holland (defendant); The Turkish Republic at Angora (intervener). District Court, Amsterdam, 21 Haziran 1926.
[44]Brigitte Stern, “Responsabilité internationale et succession d’Etats”, a.g.y., s. 351.
[45]
İsmet Paşa’nın beyanatı ve hukukçu André Mandelstam’ın buna getirdiği eleştirel analiz için bkz. Mémoire sur l’illégalité et la nullité des mesures de confiscation et de dénationalisation prises à l’égard des arméniens par le gouvernement turc, 1 Haziran 1926. Archives de la Société des Nations (ASDN), R1694, 41/48393/37912.
[46]
Vahram L. Shemassian, “The League of Nations and the reclamation of Armenian genocide survivors”, Richard G. Hovannisian (der.), Looking Backward, Moving Forward: Confronting the Armenian Genocide, New Brunswick, Transaction Publishers, 2003, s. 81-110.
[47]Mark Mazower, “Minorities and the League of Nations in interwar Europe”, Daedalus, 126/2, 1997, s. 47-63; Mark Mazower, No Enchanted Palace: The End of Empire and the Ideological Origins of the United Nations, Princeton, Princeton Univ. Press, 2009 [Türkçe baskı: Büyülü Saray Yok: İmparatorluğun Sonu ve Birleşmiş Milletler’in İdeolojik Kökenleri. Çeviri: Nilüfer İ. Elçioğlu. İstanbul: Alfa, 2013].
[48]Eylül 1922 (topraklara, taşınır ve taşınmaz mallara el konması hakkında), Nisan 1923 (bankalardaki varlıklara el konması hakkında) ve Mayıs 1927 tarihli (vatandaşlıktan çıkarma ve genel gasp sürecinin tamamlanması hakkında) Kemalist kanun ve kararnameler için bkz. Shavarsch Toriguian, The Armenian question and international law, Beyrut, Hamaskaine Press, 1973, s. 85-96 (2. Baskı 1988); Kévork K. Baghdjian, La confiscation par le gouvernement turc des biens arméniens… dits “abandonnés”, Montreal, K. Baghdjian, 1987.
[49]
Marie-Claire Caloz-Tschopp, Les sans Etat dans la philosophie d’Hannah Arendt: les humains superflus, le droit d’avoir des droits et la citoyenneté, Lozan, Payot, 2000; Giorgio Agamben, “Au-delà des droits de l’homme”, Moyens sans fins. Notes sur la politique, Paris, Payot & Rivages, 2002, s. 25-37.
[50]Atina’dan K. Zakian’ın ricası, 24 Ağustos 1925 (ASDN, 41/45912/37912); Worcester’dan (Mass., ABD), Y. M. DerGhazarian’ın mektubu, 20 Nisan 1926 (ASDN, R1694, 41/51793/37912); Sofya Ermeni Kilisesi Yönetim Kurulu başkanı M. Karageorgian’ın mektubu, 27 Mayıs 1926, Archives de la Société des Nations (ASDN, R1694, 41/51793/37912); Ermeni Kilisesi Yönetim Kurulu'nun sekreteri ve başkanı Ohannes Artinian ve Sarkis Ohancessian’ın dört yıldır Bulgaristan’ın Haskovo şehrinde mülteci olarak yaşayan Türkiye kökenli 600 Ermeni aile adına çektiği 2 Eylül 1026 tarihli telgraf (ASDN, R1694, 41/53664/37912); Bükreş’te mülteci olan A. Navarian’ın dilekçesi, 12 Kasım 1925 (ASDN, R1694, 41/48074/37912); Brett & Co (Manchester, İngiltere) avukatlık bürosunun Agop, Tacvor et Hrant Bakirgian’ın İzmir’deki mülklerinin gaspı, Türk otoritelerinin Türkiye’ye dönmelerine izin vermemesi ve vatandaşlıklarını tanımayı reddetmesiyle ilgili 30 Kasım 1926 tarihli mektubu (ASDN, R1694, 41/54542/37912); Atina’dan Pilipas Arakelian’ın Burdurlu mülteciler adına 21 Eylül 1927, 17 Aralık 1927 ve 24 Ağustos 1928’de verdiği dilekçeler (ASDN, R1694, 41/62357/37912); Selanik Kavakia İhtiyarhanesi’nde barınan mülteci Agop Artinian’ın 22 Şubat 1928 tarihli mektubu (ASDN, R2095, 4/2112/326); Marsilya’dan Dr. B. Chahnazarian’ın bir grup İstanbullu Ermeni adına sunduğu 7 Mart 1928 tarihli mektup (ASDN, R2095, 4/2463/326); Kavala Ermeni cemaatinin, cemaat papazı Jirair Donikian ve şehir meclisi adına sunduğu, A. Baghdasarian’ın imzasını taşıyan 25 Haziran 1928 tarihli mektubu (ASDN, R2096, 4/5532/326); Marsilya’dan Pardic Nasashezian’ın 13 Mart 1929 tarihli mektubu (ASDN, R2096, 4/10592/326); Roma’da konferans için toplanan Katolik Ermeni episkoposlarının, Kilikya Ermeni patriği Paul Pierre XIII Terzian, Anavarza başepiskoposu ve patrik vekili Avedis Arpiarian, Tarsus başepiskoposu Jean Naslian, Kalkedon [Kadıköy] başepiskoposu Pierre Koyounian, Ankara episkoposu Grégoire Bahaban, Kayseri episkoposu Antoine Bahaban, Halep başepiskoposu Georges Kertikian, İskenderiye Ermeni episkoposu Jean Couzian imzalı, 2 Temmuz ve 28 Ağustos 1928 tarihli dilekçeleri. Sonuncusu hariç bu dilekçelerin hepsi, Pachalian ve Essayan’ın dilekçelerinde ortaya konan aynı “sorun”la ilgili oldukları yönünde yanıltıcı bir iddiayla, Azınlıklar Şubesi’nce Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’na sunulmaksızın reddedilmiştir.
[51]Pilipas Arakelian’ın ricası, 21 Eylül 1927, a.g.y.
[52]Pardic Nasashezian’ın mektubu, 13 Mart 1929, a.g.y.
[53]Belle du seigneur, Paris, Gallimard, 1968.
[54]O. Essayan’ın 17 Şubat 1925’te, L. Pashalian’ın 20 Ağustos 1925’te verdikleri, André Mandelstam’ın bankadaki varlıklara ve “emval-i metruke” denen mallara el koyma ve toplu vatandaşlıktan çıkarma yöntemlerine ilişkin hukuki mütalaasıyla tamamlanan dilekçeler; L. Pashalian’ın Türk hükümetinin çıkardığı yeni arazi ve gayrimenkulleri gasp kanununu kınayan 5 Aralık 1927 tarihli dilekçesi; L. Pashalian’ın Louis Le Fur, Albert Geouffre de la Pradelle, Gilbert Gidel ve André Mandelstam’ın hukuki istişaresi Confiscation des biens des réfugiés arméniens par le gouvernement turc’e (Paris, Massis, 1929) dayanan, 19 Eylül 1929 tarihli dilekçesi; Ermenileri adlarını anarak dışlayan yeni Türk seyrüsefer nizamnamesi hakkında O. Essayan’ın 21 Eylül 1930’da, L. Pashalian’ın 21 Nisan 1931’de verdiği dilekçeler. Bu son dilekçe, Ermeni Katolik din adamlarının 15 Mart 1930 tarihli dilekçesine dayanmaktadır.
[55]Léon Pashalian’ın Milletler Cemiyeti genel sekreteri Sir Eric Drummond’a yazdığı mektup, 22 Kasım 1925. ASDN, R1694, 41/47959/37912.
[56]
Otuz hukukçu Ocak 1930’da, davanın Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na götürülmesine destek sunarlar: Almanya’dan Walter Simons, Walter Schücking, Karl Strupp, Herbert Kraus, Hans Wehberg; İngiltere’den Sir Thomas Barclay; Avusturya’dan Leo Strisower, Alfred Verdross, Joseph Kunz; Belçika’dan Edouard Rolin-Jaequemyns, Baron Albéric Rolin, Maurice Bourquin, Ernest Mahaim; İspanya’dan José-Maria Trias de Bes; Fransa’dan Charles de Boeck, Francis Rey, Eugène Audinet, Joseph Barthélémy, Jean Devaux, Georges Scelle, Yves de la Brière, Charles Dupuis; Yunanistan’dan Michel Kebedgy, Georges Streit, Stelio Seferiades; İtalya’dan Enrico Catellani, Arrigo Cavaglieri; Rusya’dan Baron Boris Nolde, Baron Michel Taube; İsviçre’den James Vallotton d’Erlach.
[57]Pablo de Azcarate’den Sir Eric Drummond’a, 10 Eylül 1928. ASDN, R2096, 4/3212/326.
[58]Ankara hükümeti temsilcilerinin “Türk milleti”nin temsilcileri olarak meşruiyeti, Şubat-Mart 1921’de toplanan Londra Konferansı sırasında, fiili ve mutlak otorite devrini onaylayan Osmanlı imparatorluk hükümetince kabul edilmiştir. Bu meşruiyet, Kemalist iktidarın fiilen tanındığını gösteren, 1921 ilkbaharından itibaren yabancı ülkelerle anlaşmaların imzalanmasıyla teyit edilir.
[59]Brigitte Stern, “Responsabilité internationale et succession d’Etats”, Laurence Boisson de Chazournes, Vera Gowlland-Debbas (der.), L’ordre juridique international, un système en quête d’équité et d’universalité. Liber Amicorum Georges Abi-Saab içinde, Lahey, Nijhoff Publ., 2001, s. 327-355.
[60]J.B. Racine, Le génocide des Arméniens, a.g.y., s. 108-111.