I. Giriş
Share Page

I. Giriş

Kéram Kévonian

Zaman meleklere zaferi hazırlar.
Mardiros Sarian

Ermeni soykırımı bir halka, bir ulusa, ağır bir tarihle yüklü bir ülkeye karşı işlenmiş muazzam bir suçtur; hep birlikte oluşturduğumuz insanlık ailesinin bir parçasına yöneltilen ve insanların ansızın hemcinslerinde kendilerini tanıyamaz hale geldikleri ve onların nefreti içinde mahvolup gittikleri her olayda olduğu gibi, insanlığı sakatlayıp eksiltmiş bir suçtur. Zira, hasta ruhlu ve totaliter bir düşüncenin zorbalığı altında yavaş yavaş yozlaşan bu insanların kendileri de, duyarlı bir kavrayış ve akılla donanmış, sevebilen ve merhamet edebilen varlıklar olmaktan çıkıp insanlık ailesinden uzaklaşmışlardır. Cellatlar kurbanlarını hiçleştirmek için her zaman onları insanlıktan çıkarmaya çalışmışlardır, ama caniyane niyetlerin mahremiyetinde çürüyüp kokuşurken kendilerini de insanlıktan çıkarıp, zapt edilemez bir öfke içinde başkalarının manevi ölümünü arzulamalarına neden olan o manevi ölümü bizzat yaşamamışlar mıdır?

Cürüm güzellikten nefret eder, tıpkı insanlıktan vazgeçenlerin insanlıktan nefret etmeleri gibi. Lekelenmeye terk edilmiş, hatta ölüme yem edilmiş varlıkların yaşam ve haysiyet özlemi, alçaklıkla ve ahlak yasalarının ısrarla inkârıyla yeniden kalıba dökülenlerin gözünde, hiç kuşkusuz tüm anlamını yitirmiştir. Oysa, insanlığa karşı işlenmiş her suç yadsınamaz biçimde ikili bir suçsa, hayatta kalanlara ve torunlarına borçlu olunan adaletin sağlanması, akabinde de, işlenen suçun sağladığı kazancı miras alanların yeniden insanlığa kazandırılıp daha yüksek bir insanlık düzeyine eriştirilmesi için, bu suç da mutlaka ikili bir tazmin ve telafi gerektirmez mi? Zaman, kayıt altına aldığı gerçekleri silmeyecek, bellek bu gerçekleri karanlık bir köşeye itmeyecektir. Kadim bir halk olarak tarihi yeni baştan kat etmeye alışkın olan Ermeniler, eylemlerinin kurtarıcı niteliğinin ve evrensel boyutunun bilinci içinde, kendilerini bu işe vereceklerdir. Doğası gereği zamanaşımsız bir suç olan soykırım ve bundan ayrı tutulamayacak olan Ermeni soykırımı, kınama ve lanetlemenin ötesinde, adaletten ve tazmin ve telafiden başka bir karşılık beklememektedir. Collectif 2015: réparation (2015-Tazmin ve Telafi Kolektifi) bu dosyayı yayımlamakla, sadece, bu aşikâr ve kaçınılmaz hakikati güçlü bir şekilde ortaya koymayı arzulamaktadır.

Çağdaş tarihyazımı, Osmanlı Türkiye’sinde Ermenilerin imhasının hangi mekanizmalarla, peş peşe gelen hangi hükümet kararlarıyla, sosyopolitik ve dinsel hangi ideolojilerin birleşimiyle hazırlandığını, aşamalar halinde yürütüldüğünü ve tamamlandığını gayet iyi göstermiştir. Dinleri gereği madun konumunda tutulan halklara yaşam hakkını ancak keyfi olarak tanıyan arkaik bir devlet sistemi ile bu halkların ırk ayrımı ve toprak gaspına dayalı tasfiyesinin programlanışı arasında, Tanzimat denen dönem, bütün uzantılarıyla birlikte alındığında, 19. yüzyılın son altmış yılında ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçici bir seraptan başka bir şey olmamıştır. İmparatorluktaki milletler ve mezhepler arasında eşitliğin ilanı, vilayetlerde kırılgan bir yeni denge oluşturmaktan çok, bu değişime ayak direyen beyleri veya Türkçülüğe kazanılmış yönetici çevreleri daha da fazla şiddet uygulamaya teşvik etmiştir. Reformlar vaat eden bir devletin Ermeni tebaasının cemaat hayatını İstanbul Ermeni Patrikhanesi çevresinde örgütleyen 1863 Ermeni Milleti Nizamnamesi de karşısında II. Abdülhamid’in saltanat dönemine damgasını vuran despotizmi ve kanlı kıyımları bulmuştur.

Mezalim, katliam ve gasplar değişmez bir gerçeklik olsa da, şiddetin dozu dönem dönem artıyordu. 1894-1896 arasındaki büyük Hamidiye katliamları, en az 200.000 insanın ölümüne ve zorunlu ihtidalara neden olarak, sağ kurtulanlardan pek çoğunu da topluca göç etmek zorunda bırakarak, kimi bölgeleri baştan sona harabeye çevirdi. 1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup Jön Türkler, 1909 Kilikya katliamlarının müsebbibi oldular. İTC’nin iktidara gelişi Osmanlıcılığın, yani imparatorluğun çokuluslu ve çokmezhepli bir devlete dönüşmesinin, halklar arasında nihayet sağlanacak bir eşitlik temelinde, içte huzur ve refahı güvence altına alacağına dair güçlü bir umut uyandırmıştı. Ama öyle olmayacak ve çok geçmeden Pantürkizm ve İslamcılık öğretisini benimseyen, 1913’teki hükümet darbesinden sonra da imparatorluğun efendisi durumuna gelen İttihat ve Terakki Fırkası, devlet ölçeğinde işlenen bir suçun, imparatorluk Ermenilerinin katledilmek ve sürülmek suretiyle imhasının, yani 1915-1916 soykırımının örgütleyicisi ve uygulayıcısı olacaktı.

Önceki katliamların hedeflerini yepyeni ve matematiksel bir kusursuzlukla takip etmesiyle, bunların vardığı son nokta olduğunu açıkça ortaya koyan bu eylemin –Hamidiye katliamları ile Jön Türklerin hayata geçirdiği nihai çözüm arasında sadece yirmi yıl vardır– doğurduğu sonuçları tazmin ve telafi etmek, hatta hafifletmek için bugüne kadar hiçbir şey yapılmadı. Kemalist diktatörlük, sakinlerinin elinden sökülüp alınan ve ancak ötekinin ölümü pahasına dünyaya gelebilecek bir ulusun mitik doğumuna ev sahipliği yapması öngörülen bir ülkenin müsaderesini pekiştirdi. Kıskanıldığı kadar nefret de edilen bir medeniyetin tanıklıkları, bombalanan şehirlerin yüksek cephe duvarları nasıl çökerse öyle, parça parça dökülerek yıkıldı. Tarihe savaş açan Türkiye, inkârcılık çıkmazına saplandı ve suçun kazanımlarına dört elle sarılarak, bugün özgürlük ve demokrasi değerlerinin gelişmesinin önündeki temel engel olan bir ideolojinin köklerini kazıyamayarak, bu barbarlıkların failleriyle girdiği habis dayanışma içinde ahlaken yozlaştı.

Olan bitenlerin niteliği ve işaret ettikleri şeyin bir ölüm kalım meselesi olduğu erkenden idrak edilmişti. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Birliği başkanı Pierre Quillard 1908’de kaleme aldığı, 1894-1896 katliamlarıyla ilgili yazısında, “Tarihte bir halkı vuran en korkunç felaketlerden biri Ermeni halkının üzerine çökmüştü” dedikten sonra, Ermeni halkını “daha az hoyrat, ama bir o kadar kesin yöntemlerle sistemli bir şekilde kırıp geçirme, ağır ağır imha etme” girişiminin o tarihten beri devam ettiğini ekliyordu.[1] Safça kardeşlik bağları kurulmuş olan Jön Türklerin sorumluluğunun bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildiği 1909 Kilikya katliamlarının beklenmedik dehşeti, gazeteci Agnuni’yi 1911’de bu yeni olayı Büyük Cürüm (Medz Yeğern) olarak nitelemeye yöneltti.[2] 24 Nisan 1915’te tutuklanan ve diğer yüzlerce aydınla birlikte sürgüne çıkarılan Agnuni, kuşkusuz taammüden öldürüldü; ama yarattığı terim ondan uzun yaşadı ve toplum tarafından benimsendi: Ermeniler bu terimi 1915-1916’daki kitlesel suça uyarladılar. Böylece, aynı faillerin örgütleyip gerçekleştirdiği, insanlığa karşı işlenmiş bu iki suçu birleştiren altta yatan ilişkiye dair bir çeşit farkındalıkla, nitelenemez olan nitelenmiş oldu.

Büyük Cürüm teriminin, akıl alır olan dışında, yapılanlara ve maruz kalınanlara işaret etmesi ölçüsünde, şu ya da bu şekilde dile yerleşebilmesine yol açan ihtiyaç, sözle anlatılamaz olanı anlatma durumunda kalan sağ kurtulanlara kendini sürekli hissettirmiştir. Mardiros Saryan bunlardan biridir. Saryan 1919 yılında, Şubat 1916’da Konya’da gizlice kulak misafiri olduğu, İstanbul’dan gönderilmiş bir İttihatçı ile Halep’ten dönmekte olan Osmanlı subayları arasında geçen tartışmayı aktarırken, Suriye çöllerinde gördüklerine isyan eden yüksek rütbeli bir Arnavut subayı olan Osmanlı askerlerinin sözcüsünün ağzına şu sözcükleri yerleştirir: “Hangi asırda, hangi ülkede, hangi destansı tarihte bunun gibi, üstelik de bu kadar barbarca yöntemlerle gerçekleştirilen bir soykırım (tseğasbanutyun) görülmüştür?”[3] Aynı yıllarda, Raphael Lemkin Ermeni dosyasının kapatılmasına tanık olur. Galiplerin ve uluslararası topluluğun bu kitlesel suçun faillerine bahşettiği cezasızlık karşısında –kendi sözleriyle– şoke olur. 1933’te, barbarlık ve vandallık eylemlerinin önlenmesiyle ilgili bir anlaşmayı Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirme girişiminde başarısızlığa uğrar, ama Ermeni örneği yaygınlık kazanır. Lemkin soykırım kavramını İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı ünlü bir eserinde tanımlar; bu kavram, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin temelini oluşturur.[4] Bu arada, gazeteci Şavarş Misakyan da 1945’te kendi dilinde tseğasbanutyun sözcüğünü türeterek, terimi Ermeniceye çevirmiş olmalıdır.[5] Misakyan Lemkin’i keşfettiğinde, Saryan’ın düşüncesinden haberdar değildi. Buna karşılık, Saryan da büyük hukukçuyla benzer bir yol izlemişti. Akla sığmaz olan karşısında aynı sorular, hukuktaki evrensel yetersizlik karşısında aynı şaşkınlık, onları Lemkin’in son derece doğru bir şekilde saptadığı gibi, “kadim bir pratiği modern biçimiyle” tanımlayacak, “bir halkın ya da bir etnik grubun imhası”nı anlatan yeni bir kavram ve terim arayışına yöneltmişti.

Bugün bilim camiası tarafından bu şekilde tanınan Ermeni Soykırımı, gene de tarihin kapanmış bir sayfası değildir. Nitekim, bir meydan okumaya dönüştürülmüş olan bu muazzam suç, sonuçlarını yok edecek, miras bıraktığı acıları nihayet dindirecek bir tazmin ve telafi girişimi olmadıkça sürekli canlı kalmaktadır. İşte bu nedenle, Ermenilere karşı işlenen soykırım suçundan kaynaklanan maddi ve manevi tüm yükümlülüklerin üzerinin örtülmesine karşı sesini yükselten Collectif 2015: réparation, 25 Kasım 2004’te Paris’te yayınladığı kuruluş bildirgesinde iki gerçeği hatırlatmış ve bunlar kabul edilmediği takdirde Ermeni meselesinde hiçbir yumuşamanın beklenemeyeceğini, Türkiye’yi yüz kızartıcı bir meşruiyetten azat edecek ve ülke halklarının hâlâ tutsağı olduğu ulusalcı mitten kurtaracak hiçbir ilerlemenin kaydedilemeyeceğini belirtmiştir. Bunlardan birincisi, bu soykırımdan sağ kurtulanların ezelden beri vatanları olan bir ülkeden atılmış oldukları gerçeğidir; diğeri, Türk devletinin Ermenilere, kapsamını sadece sebep olunan zararın belirleyebileceği bir tazminat borcu olduğudur.

Bu tazminatın her şeyden önce yitirilmiş insan hayatlarının –bir buçuk milyona yakın insan ölüme yollanmıştır– bedelini hedeflemesi gerekmektedir; ama aynı zamanda, Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin askıya alınmasının ve sağ kurtulanları vatandaşlıktan çıkarma ve ülkeden kovma pratiklerinin neden olduğu çifte zararı, sağ kalanların ve torunlarının uğradıkları manevi zararı, müsadere edilen milli varlıkların iadesini ve anıtların kurtarılmasını, başta araziler ve taşınmazlar olmak üzere gasp edilmiş şahsi mallar için zararların karşılanmasını, bankalardaki varlıkların ve mevduatların iadesini de kapsaması gerekmektedir. Oysa, hiçbir tazminatın telafi etmeye çalıştığı zararın büyüklüğünü aşamayacağı, başka bir deyişle bir statu quo ante’nin ötesine gidemeyeceği ne kadar kesinse, ne kadar önemli olursa olsun hiçbir zarar ziyan telafisinin, hiçbir tazminat girişiminin bu kadar büyük bir suçun neden olduğu kayıp ve zararların bedelini karşılayamayacağı da bir o kadar kesindir. Bu durum, suçun tazmin ve telafi edilmesini daha da zorunlu hale getirmektedir; zira tazmin ve telafi her zaman ziyadesiyle yetersiz kalacaktır ve bu yöndeki girişim, yer adlarının değiştirilmesi, malların yok edilmesi ya da yeniden tahsisi, kadastro arşivlerinin kapalı tutulması gibi, süreci akamete uğratmaya yönelik tedbirlerle karmaşıklaştırılmıştır.

Ermeniler özelinde, tazmin ve telafi ister istemez olay mahallinde gerçekleşecektir. Nitekim, halkları sınıflandırmaktan, yeni bir kalıba sokmaktan ve başka yerlere sevk ve iskân etmekten oluşan bir programı hayata geçiren bu soykırımın özgüllüğü, nihai hedef olarak, Ermeni halkının elinden vatanını almayı amaçlamış olmasıdır. Tazmin ve telafi adaletten kaynaklandığı için, ancak suçun amacını boşa çıkardığında bir anlam taşır, suçun kazanımlarını dengelediğinde bir etkisi olur. Bu da ancak, coğrafyası kadar tarihi de derinden yaralanmış bir ülkenin gördüğü zararları onarmakla –hiçbir kelime bundan daha yerinde değildir–, onu zenginleştirmiş olan medeniyetlere yaraşır, gerçek karmaşıklığına uygun bir geleceği yeniden vermekle mümkün olabilecektir. Bu bakımdan, esas olarak dahili bir süreç olan tazminatın yönü büyük ölçüde bellidir, gene de, kesinlikle siyasi bir kararlılıkla ve başta Alevi ve Kürt sorunları olmak üzere Türkiye’nin iç meselelerine bulunacak çözümlere zarar vermeksizin, Türkiye’den ülkenin Ermeni milletinin haklarını iade etmesi talep edilecektir.

Ermeniler Küçük Asya’da, MÖ 6. yüzyıla kadar Urartu Krallığı’nın hüküm süreceği topraklarda daha MÖ birinci binyılda mevcut olan kadim bir halktır. MÖ 4.-1. yüzyıllar arasında burada üç devlet kurulur: Fırat’ın batı kolunun batısındaki Küçük Ermenistan (Pokr Hayk), Fırat’ın iki kolunun birleştiği yörede bulunan Dzopk ve doğudaki Büyük Ermenistan (Medz Hayk). Bu krallıklardan ikincisi, Büyük Dikran II (Medz Dikran) döneminde, yani MÖ 1. yüzyıla girerken Büyük Ermenistan topraklarına katılacaktır. Birincisi ise, MS 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu tarafından ilhak edilecektir. Batıda Roma İmparatorluğu, güneydoğuda önce Part, ardından Sasani Pers imparatorlukları arasında sıkışıp kalan Büyük Ermenistan Krallığı, Kral IV. Ardaşes'in tahttan indirildiği 428’e kadar varlığını sürdürecektir. Sözlü geleneğe göre havari Aziz Partuğimeos ile havari Aziz Tateos’un Hıristiyanlığı yaydığı Ermenistan, 4. yüzyıl başlarında, Kral IV. Dırtad’ın hükümdarlığı sırasında, Aydınlatıcı Aziz Krikor’un (Krikor Lusavoriç) vaazıyla Hıristiyanlığı resmen kabul eder. Bu belirleyici olayı, 5. yüzyılın hemen başlarında, Aziz Mesrob’un Ermeni alfabesini geliştirmesi izler. Bu iki olay, 6. yüzyılda kesin olarak bağımsızlaşan bir kilisenin çimentosunu oluşturduğu Ermeni kimliğine, etkisi günümüzde de devam eden güçlü bir damga vurur.

Önce Persler, sonra Halifelik ile Bizans’ın çatışma alanı olan Ermeni ülkesinin sınırları, 7. yüzyılda kayıtlara geçmiş olan, Hıristiyanlaşmanın farklı epizotlarının ve inancın korunması için verilen mücadelelerin derin bir kutsiyet kazandırdığı on beş eyaletli bir Büyük Ermenistan imgesinde sabitlenmiştir. Yerel hanedanların bu dağlık yüksek platoda kök salmaları, 9. ve 15. yüzyıllar arasında, hem Büyük Ermenistan’da ve Euphratensis’te hem de Akdeniz’in kuzeydoğu ucundaki Kilikya’da pek çok Ermeni prensliğinin ve krallığının ortaya çıkmasına –ya da ileride yeni coğrafyalarda yeniden kurulmasına– olanak vermiştir. Bu devletlerin en ünlüleri Ani Pakraduni Krallığı, Van Gölü çevresinde kurulmuş olan Vaspuragan Ardzruni Krallığı ve 1375’te Mısırlı Memlûkların darbelerine yenik düşen Kilikya Ermeni Krallığı olmuştur. Bizans’ın 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrardan doğuya doğru yayılması, 11. ve 13. yüzyıllardaki Selçuklu ve Moğol istilaları ve Mısır’ın genişlemesi aynı zaman diliminde iç içe geçen gelişmelerdir.

Pek çok Türkmen beyliğinin ortaya çıkmasını izleyen süreçte, Ermenistan, Mezopotamya ve Suriye’nin 16. yüzyıl başında Osmanlılar tarafından fethi, Doğu’nun, ancak 17. yüzyılda kesinleşen bir sınır hattıyla, Osmanlı İmparatorluğu ve Safevi İran arasında paylaşılmasına yol açar. Ermeni toplumu artık tümüyle kilise çevresinde örgütlenmiştir. Ermeni Kilisesi’ne bağlı üç katolikosluk makamı bulunur: en yüksek makam olan ve önce Pers, 1828’den itibaren Rus toprakları içinde kalan, günümüzde ise Ermenistan Cumhuriyeti’nde bulunan Vağarşabad’daki Eçmiyadzin Katolikosluğu; Van Gölü’nde, aynı adı taşıyan ada üzerinde kurulan ve 1915’te lağvedilen Ağtamar Katolikosluğu; ve günümüzde Lübnan’daki Antelyas’ta sürgünde olan, Kilikya’daki Sis Katolikosluğu. Ermenilerin manevi ve entelektüel yaşamı, erken ortaçağdan beri ülke topraklarını kaplayan bu muazzam kilise ve manastır ağı içinde gelişmiştir; çağımızda ise, dünyanın dört bir yanındaki ticaret, matbuat ve bilim topluluklarının oluşturduğu paralel bir ağdan nöbeti devralan modernite tutkunu büyük şehir merkezleri, bu ağın yeni dayanak noktalarını oluşturacaktır. İmparatorluk başkenti İstanbul, Harbi Umumi öncesinde dünyanın en büyük Ermeni şehri ve üç yüz yıldan uzun süredir imparatorluk Ermenilerinin sivil planda bağlı olduğu, imtiyazları 1863 Nizamnamesi’yle belirlenmiş ve güçlendirilmiş Ermeni Patrikhanesi’nin merkezidir. 1910’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusu, Mısır hariç, 67 episkoposluk bölgesine ayrılmış durumdadır; bunlardan 46’sı doğrudan İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne, dördü 7. yüzyılda kurulmuş olan Kudüs Ermeni Patrikhanesi’ne, 15’i Sis’e, ikisi de Ağtamar’a bağlıdır.[6] Buralarda binlerce kilise, manastır ve okul faaliyet göstermektedir.[7]

Bütün husumetlere rağmen hayatiyetini korumuş bir medeniyetin sayısız tanıklığının da imhası demek olan Ermenilerin imha edilme süreci, gerçekte, sonu gelmiş bir imparatorluğa egemen olan kargaşa ve savrulmalardan çok, imparatorluğu dönüştürmeyi ve yerine kendisini ikame etmeyi amaçlayan bir projenin perspektifine girer. Bu gerçeklik, Osmanlı Türkiye’si ile halefi olan Cumhuriyet arasında ideolojik bir süreklilik oluşturur; bu sürekliliğin temelinde ise, belirginleşerek birinden ötekine aktarılmış olan ve savaş koşulları kadar bunlara eşlik eden veya ardından gelen siyasi altüst oluşların, tüm öngörüler hilafına gerçekleşmesine izin verdiği yönelimler ve hedefler bulunur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öjenist ideolojisi ağırlıklı olarak Abdülhamid rejimince yürütülen büyük ölçekli katliamlardan esinlenmiş olsa da, İslamcılığın gücünü de kendi çıkarına kullanarak, çok geçmeden, kendilerine bahşedilen cezasızlıktan güç alan sayısız Büyük Cürüm failinin hizmetine gireceği Kemalist öğretinin özünü oluşturmuştur. Bir zamanlar ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturan Hıristiyanların, bugün Türkiye’de yok mertebesinde oldukları söylenebilir; ama herkesin nihayet ortak bir düşünme sürecinde yolların kesişme noktasına geri dönebilmesi için durdurulması gerekecek bir ileri doğru kaçış içinde, boyun eğdirilecek ya da savaşılacak kimlikler sıralamasında onların yerini başkaları almıştır. Soykırımın tazmin ve telafisi bu diğer boyutla da kendisini mutlak biçimde dayatmaktadır: Tazmin ve telafi Ermeniler için olduğu kadar diğer herkes için de zorunludur.

Bu çalışma, sorunun temel bir veçhesini oluşturan milli varlıklar ve anıtsal miras konusunu öne çıkarmaktadır. Söz konusu varlıklar, Osmanlı hayır kurumları hakkındaki 1912 reformundan önce ve daha sonra yürürlüğe girmiş kanunlar uyarınca, tanım gereği bir millete ait olan, cemaatin ortak kullanımında olduğu kabul edilmiş manastırlar, kiliseler, şapeller, episkoposluklar, okullar, hastaneler, mezarlıklar ile bunların tasarrufu altındaki araziler ve her türlü taşınır ve taşınmazdan oluşurlar.[8] Bu varlıkların pek çoğu kadim çağlardan beri mevcuttur: Başka bir deyişle, tarihleri Osmanlı, hatta Türkmen idarelerinin kuruluşundan çok daha eskilere uzanır; diğerleri ise fermanlarla tescil edilmiş ya da kurulmuşlardır. Şahıs mallarından ayrıldıkları halde, bunlar da tıpkı şahıs malları gibi soykırım avadanlığına dahil edilen bir dizi kanun ve kanunnameyle müsadere edilmiştir. Ermeni milli varlıklarının eksiksiz iadesi, bu dosyanın sonundaki Tazmin ve İade Talebi’nin konusunu oluşturmaktadır. Bu girişim, söz konusu varlıkları geri almakla yetkilendirilen kurumların ayrıcalık ve statülerinin sağlam bir temele oturtulmasını, üçüncü tarafların zarar ve ziyanlarının telafisini, zarar ve yıkımların telafisini gerektirmektedir. Ermeni mallarını müsadere sürecinin soykırımdan çok önce başlatıldığı ve beraberindeki muazzam şiddetle, devlet tarafından Ermeni nüfusu parçalamak ve hedefteki unsurları ekonomik açıdan yıkıma uğratmak için kullanılan araçlardan biri olduğu da açıktır. Bu çalışmanın, gasp ve imhalara ayrılan birinci bölümünün konusu budur. İkinci bölümde, işlenen suç –dolayısıyla da neden olduğu zarar– ile tazmin ve telafi sorunu ve toplu olması gereken bir tazmin ve telafi konusu ele alınmaktadır. Zira lafı dolandırmadan söylersek, tazmin ve telafinin anlamını ve kapsamını daraltabilecek hukuki engellerin öne sürülmesi, ancak bu türden engellerin suçun gerçekleştirilmesi ve kazanımlarının pekiştirilmesi söz konusu olduğunda, hiçbir kıymetinin ve etkisinin olmamış olduğunu kasten göz ardı etmekle mümkün olabilir. Adaleti sağlamadıkça hukuk neye yarar?

Bir toplumun kendi elleriyle yarattığı ve sürekli olarak dehasını geliştirdiği eserlere olan organik ve meşru bağlılığının ötesinde, medeniyetler dünya halklarının ortak malıdır. Bir yazı ve yapı medeniyeti olan Ermenistan medeniyeti, devingen bir tarihin ve bekasını borçlu olduğu bir kimlik inşasının ikili gerçekliği içinde gelişmiş ve ebedileşmiştir. Soykırım faillerinin günahkâr emellerinin ve totaliter asabiyetinin harabeye çevirdiği, ister uğradığı tahribattan, ister başkalarına devredilmekten, ister kaderine terk edilmekten dolayı her geçen gün biraz daha zarar görmeye devam eden bu mirasın geleceği, haşin bir doğanın, planlamacı bir idarenin ya da yağmacıların insafına kalmıştır ve insanlık bu mirasın eksikliğini hissedecektir. Büyük ölçüde Ermeni milli varlıkları kategorisine giren, ama bu kategorinin dışında kalan pek çok anıt ve kalıntıyı da kapsayan bu kültür varlığı, zenginliği yadsınamaz bir kültürel ve tarihsel miras oluşturmaktadır ve bu çalışmanın üçüncü ve uzun bir bölümü bu konuya ayrılmıştır. Bu bölümde, her biri döneme ait fotoğraflarla ya da 20. yüzyılın ikinci yarısına veya 2000-2015 yıllarına ait daha yakın tarihli görüntülerle, mümkün olduğunda da planlar ve kesitlerle resimlenmiş bir yazının konusunu oluşturan 100 anıt örnek olarak yer verilmektedir. Bu kısa tanıtım yazılarının kasten karartılmış bir tarihi ancak parçalar halinde yansıttığı doğru olmakla birlikte, Türkiye’nin Ermeni halkının varlığına kastederek, evrensel değerde bir kültür mirasına da kastettiğini gösterdikleri açıktır. Bu mirasın, elinden alınmış olduğu halka iadesi ve kurtarılması, hâlâ işlenmeye devam eden ve tazmin ve telafi edilmemiş bir suçtan yüz yıl sonra, Türkiye’nin önünde kaçınılmaz bir görev olarak durmakta ve Türkiye’nin de dahil olduğu uluslar topluluğuna kendini etik bir zorunluluk olarak dayatmaktadır.

Kuşaklar birbirini takip eder, ama hiçbir mukadderat yeni kuşakları alçakça bir suçun yükünü taşımaya, zımni bir ortaklık içinde bu suçun getirisini paylaşmaya, hatta bundan yararlanmaya mecbur edemez. Belki ağır ağır ama mutlaka, yeni kuşaklar akıl yoluna gelecek, gerçeği yalan ve kurmacadan ayırt edecek, insanlığı ucuz ve hayali bir aşkınlık adına katmanlaştıran dogmalardan kurtulacaklardır. İşin tuhafı, zaman böyle olguların ağırlığını hafifletmez; inatçı oldukları için zehirleyici olgular olduklarını yavaş yavaş ortaya çıkarır. Eşit bir meşruiyet, kimilerine vicdana sığmayan bu suçu kendilerinden uzaklaştırmalarını, diğerlerine uğranan adaletsizliğin sürüp gitmesine karşı ayağa kalkmalarını emretmektedir. Tüm dünyada, hatta Türkiye’de hakikatle yüzleşmeyi talep eden, Collectif 2015: réparation’un yıllar önce “kardeşlik hâlâ mümkün” dediği ilk bildirgesinde olduğu gibi kardeşlik ve uzlaşma çağrısında bulunan seslerin kendilerini duyuruyor olması bundandır. Ama bunun bir bedeli vardır. Öteki hor görüldükçe, ötekinin bulunduğu ve hiçbir şey değişmese de, ne olursa olsun kalacağı yerde, bu kadar derinlere dayanan bir hak arayışı ve beklenti görmezden gelindikçe kardeşlik kurulamaz. Bu arayış ve beklenti bize, uzun süre dünyanın suskunluğunu dinlemeye mahkûm edilen 1915-1916 kurtulanları tarafından devredilmiştir. Tazmin ve telafi zorunludur: Bu metnin mesajı budur! İşlenen suç iyi kötü tazmin ve telafi edilmeli, saçma bir biçimde hazin bir mirası yüklenmiş bir toplum onarılmalı, olması gerekenin hep birlikte ve olay mahallinde yapılmasını sağlamaksızın boşa harcanmış olan zaman telafi edilmelidir. Türkiye –bu ülkeyi nasıl adlandırmalı?– aynı zamanda Ermenilerin ülkesidir: Beş yüz yıl önce, bin yıl önce, iki bin yıl önce, hatta çok daha önceleri de öyleydi. Varsın kimileri hâlâ 20. yüzyılı itibarsızlaştıran ve karartan doktrinlerin karanlığına tutunsunlar: Reddedileceklerdir. Bizler gene de, yeniden kendileri olmaları için onları cesaretlendirmek istiyoruz, onca şiddetin birbirini izlediği, onca ayrımcılığın ve dışlamanın ayrık otlarıyla kapladığı bir toprakta, bu toprağın mucize sonucu değil sorumlu bir mücadeleyle, zamanımızın büyük düşünürlerinin akılla yüceltmek istedikleri o insani toprağa dönüşebilmesi için yürütülecek devasa yeniden inşa görevini onlarla paylaşmak istiyoruz.

Türkçeye çeviren: Renan Akman


[1] Archag Tchobanian, Poèmes, Paris, Mercure de France, 1908, Önsöz, s. v.

[2] Agnuni [Khaçadur Malumyan], Tebi Yergir, Boston, Hayrenik, 1911, s. 14.

[3] Mardiros Saryan, Fet Acompli gam Baderazm Asdudzo Tem, Paris, [1933], s. 4.

[4] Raphael Lemkin, Axis Rule in Occupied Europe. Laws of Occupation. Anaysis of Government. Proposals for Redress, Washington, D. C., Carnegie Endowment for International Peace, 1944, s. 79 vd. Bkz. Raphael Lemkin, Qu’est-ce qu’un génocide? Sunuş: Jean-Louis Panné, Monaco, Éditions du Rocher, 2008, s. 17, 215 vd.

[5] Şavarş Misakyan, “Jenosid”, Haratch, Paris, 17(4479), 9 Aralık 1948, s. 1 (26 Ocak 2008’de yeniden yayımlanmıştır).

[6] Malachia Ormanian, L’Église arménienne : son histoire, sa doctrine, son régime, sa discipline, sa liturgie, sa littérature, son présent, Paris, Ernest Leroux, 1910, s. 181-187.

[7] Patrikhane istatistiklerine göre, 1913-1914 rakamları: Raymond Kévorkian ve Paul Paboudjian, Les Arméniens dans l’Empire Ottoman à la veille du génocide, Paris, Éditions d’art et d’histoire ARHIS, 1992, s. 57-60 Türkçe baskı: 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler. Çeviri: Mayda Saris. İstanbul: Aras, 2012].

[8] İstanbul Ermeni Patrikhanesi 1913-1915'deki, faaliyet halindeki kilise ve manastırların kısmi bir envanterini çıkarmış ve Osmanlı Adliye ve Mezahib Nezareti’ne sunmuştur. 1.100 ibadethaneyle sınırlı olan eldeki versiyon, tek başına yaklaşık 400 ibadethaneyi temsil eden Van vilayetini de, savaş öncesinde Rus toprakları içinde kalan bölgeleri de kapsamaz.Geçici adı : Listes et takrirs des églises et monastères arméniens présentés au ministère des Cultes et de la Justice de Turquie par le Patriarcat arménien de Constantinople, Paris, Union internationale des organisations terre et culture, yayınlanacağı tarih, 2016.